Çok partili döneme geçiş yıllarında gerçekler yerine yalanın propaganda malzemesi yapılmasında bazı elitlerin savunduğu milletin reel siyasete henüz hazır olmadığının da rol oynadığı söylenebilir
Müslüman aklı, adaleti, vicdanı, hoşgörüyü ve insana hizmeti merkezine alan bir siyaset ve yönetim tarzı üretemeyince, çareyi Batı’da Makyavelli’nin (15.y.y.) mucidi olduğu, inançlarıyla bağdaşmayan ahlaki ve vicdani değerleri dışlayan “gaye için her şey araçtır” cümlesiyle özetlenebilecek teoriyi kabulde buldular.
Burada “gayeye ulaşmakla” kastedilense “devletin bekası ve düzenin korunmasıdır,” Makyavelli’ devlet tehlikeye düştüğünde ahlakla siyaseti ayırır ve ona göre hükümdar gerekirse, verdiği sözleri tutmayabilir, rakiplerini etkisiz hale getirebilir.
Oysa bizim içinde bulunduğumuz İnanç ve Kültür Coğrafyası’nda asıl olan devletin dininin adalet ve hakkaniyet olduğu gerçeğidir, ayrıca meşru olan devletin bekası için gerekli olan araçlardır.
Çünkü Anadolu İrfanı’na göre siyaset ahlaktan bağımsız bir eylem değildir aksine vicdanlı, adaleti, dürüst, yalandan sakınan yöneticiler ayet ve hadislerde övülmüştür
Buna rağmen Müslüman Akıl Sıffın Savaşı’nda askerlerin Kur’an yapraklarını mızraklarına takmalarını Muaviye’nin gerekçe olarak savunduğu “Harp hiledir” hadisini Makyavelli’nin “gaye için her şey araçtır” tezine referans yapabildiler.
(Bilindiği üzere Halife Hz.Osman’ın şehit edilmesi üzerine çıkan Sıffin Savaşı’nda Hz.Ali karşı taraf askerlerinin mızrakların ucuna Kur’an-ı Kerim sayfalarını taktıklarını görünce “Ben Allah’ın kitabına karşı kılıç çekmem” demesi üzerine başvurulan hakem olayında Amr İbni As’ın, Hz.Ali taraftarlarının hakemi Ebu Musa Eş’ari’yi kandırması sonucu kazanan Muaviye olmuştu.)
.Kaldı ki, bu hadiste geçen hile savaş şartlarına özgüdür. Savaş dışında gerek barışta gerek ticarette gerek sosyal ilişkilerde ve siyasette, hile, ve yalana cevaz verilmediği ayet ve hadislerle bildirilmiştir.
Batı, savaşların yoğun yaşandığı yıllarda devletin gücünü koruma adına benimsediği Makyavelli’nin mucidi olduğu yönetim teorisinin meşruiyetini ahlak ile siyasetin alanını ayırmada buldu.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet yayılmacılığına karşı Batı ile askeri ve siyasi entegrasyon mecburiyeti doğmasıyla Türkiye çok partili döneme geçmek zorunda kaldı ve Ülke de aynı zamanda siyasi rekabetle de tanıştı.
1946’da ve devamındaki 1950 seçimlerinde gerek yeni kurulan DP’nin gerek devlet partisi konumundaki CHP’nin propaganda konusu şartların gereği köy yolları, içme suyu,köprü,tahsildar,tütün ve orman kolcuları zorbalığı,mera ve otlak anlaşmazlıkları benzeri alt yapı sorunlarıydı.
Propaganda demek doğruluğundan çok mühim olan halkın inanması ve sonucunda oylarını almak değil miydi, bir aday için söz vermede sınır yoktur, tutulmadığında nasıl olsa bir sebep uydurulurdu.
Sebep bulunması da olurdu çünkü bir dahaki seçime kadar verilen söz unutulurdu. 1950’lerde demokrasiyle tanışma böyle başladı. Her ne kadar propaganda araçları ve yöntemleri zamana göre değişse de hakikati göz ardı eden, yalan üzerine kurulan yapı bizde- Batı’daki gibi- minimize edilmiş değil.
Çok partili döneme geçiş yıllarında gerçekler yerine yalanın propaganda malzemesi yapılmasında bazı elitlerin savunduğu milletin reel siyasete henüz hazır olmadığının da rol oynadığı söylenebilir.
Öyle olsa bile aynı yöntemin günümüzde de devam etmesini gerektirmez. Çünkü farz edelim ki,1950’lerde Türkiye’de okuma oranı günümüzdekinin yarısıydı, bu gün değil lise üniversite bitirenlerin oranı genel nüfusun yüzde 20’sini oluşturuyor.
Demek istediğim, insanımızın ülke sorunlarını taşıyacak olgunluk ve bilinç düzeyine eriştiğidir. Onun içindir ki, bir gün söylediği ertesi gün söylediğini tutmayan demagoji ustalarından millet bıktı, usandı.
Bundan sonrası yani yalan üzerine kurulan siyaset tarzında ısrar etmek bir millet için gerçek dünyadan kopmaktır. Onun da üreteceği devlete ve sisteme itimatsızlıktır.
Alman asıllı Amerikalı tarihçi ve filozof Hannah Arendt bu konuda der ki: (1906-1975)
“Dürüstlük/hakikati söyleme” çoğu zaman siyasal erdemler arasında sayılmaz. Yalan; siyasetçinin, demegogun veya devlet adamının “ticaretinde” meşru araç olarak görülmüştür.
Bu durumda:
Gerçek-yalan ayrımı bulanıklaşır. İnsanlar neyin gerçek neyin yalan olduğunu kestiremez, bu da “gerçek dünyadan kopma”,”şüphecilik”,”güvensizlik” üretir.
Toplum bu “gerçeklik buhranı” içinde manipülasyona açık hale gelir, demokratik işleyiş, fikir birliği, ortak dünya anlayışı zarar görür. Hakikati arayanlar ise Arendt’e göre genellikle siyasetin dışında kalır, dışlanır, yalnızlaşır ya da marjinalleşir.”
Siyasette bir metot olan yalanın toplumda yol açtığı yıkımın farkına varan Batı, gelinen noktada, Arendt’in belirttiği güvensizlik ve yozlaşmayı siyaset ile devletin sınırlarını çizerek, aday yerine de partisini güçlendirerek minimize etmiştir.
Batı ayrıca siyasetin olabildiğince rasyonel bir zeminde, şeffaf bir şekilde yapılmasını sağlayarak vatandaşlarının güvenini kazanmıştır...
Böylece seçim beyannameleri makul olmayan vaatlerle şişirilmiş içleri boş bir belge olmaktan çıkmış seçildiği takdirde adayın seçmene sözünü tutmakla mükellef olduğu sosyal mukaveleye dönüşmüştür.
Adaylar yerine partiler aralarında rekabet edilebilir, finansmanı da partisi karşıladığı için parası olan değil bilgisine ve kariyerine güvenen seçmen önüne çıkmaya cesaret edebilir, olmuştur.
Müslüman Akıl ise adaleti, vicdanı, ahlakı ve insana hizmeti merkeze alan, inanç ve kültürüne özgü bir siyaset üretememenin sancıları içinde kıvranmaya devam ediyor.