Basında bir tartışmadır gidiyor… Yeni müfredatla ders konuları arasına giren “cihatla” amaçlanan ne?

Bazılarının tedirgin olduğu konu bu…

Müfredat da önemli ama asıl üzerinde durulması gerekenin onu anlatacak öğretmenin olduğunu düşünürüm ben.

Neden öğretmen?

Çünkü eğitim sorununun kök nedeni o da ondan. Hatta diğer toplumsal bütün sorunların da…

Eğer amaç boğayı boynuzundan yakalamaksa işe yetiştirilmesinden tutunda atanmasına, aldığı maaşa kadar öğretmenden başlanması gerekir.

Bu güne kadar yapılan hep ders konuları etrafında dönüp dolaşmak oldu. Öğretmen hakkındaki tartışmalar polemikten ileri geçmedi.

Öğretmen sendikaları yok mu, onlar konuya niye kayıtsız?

Can alıcı soru da sorun da bu zaten…

Öğretmen sendikaları otuzu aşan sayıları ile hem darmadağın hem de tek dertleri aidat ve sayısal üstünlük.

Onlar güç olabilmeleri, sözlerini geçirebilmeleri için ilk önce konfederasyon çatısı altında birleşmeleri lazım.

Bunu ağzına alanı duydunuz mu?

Duymazsınız… Çünkü genel başkanın derdi öğretmen sorunları değildir… Milletvekili seçilmektir.

Örnekleri meydanda…

Eski Kamu-sen Başkanı Ali Işıklar, eski Memur- Sen Başkanı Ahmet Gündoğdu

Güya bunlar seçilmekle parlamentoda öğretmenin dertlerini dile getireceklerdi.

Hani?

Öyle olunca öğretmeni devlet ancak yılda bir kez hatırlar o da “24 Kasım öğretmenler gününde”…

O gün ne övgüler yağdırılır öğretmene ne övgüler!

Maaşına100 TL, ders ücretine 3 TL’lik zam müjdesi(!) pire deve yapılarak anlatılır.

Her kesimdeki kamu görevlisine babalık yapan devlet sıra öğretmene gelince cimriliği tutar.

Haylidir süregelen bu ihmalde bıçak kemiğe dayandı öğretmen artık geçimini sağlayamaz duruma geldi.

Böyle giderse bu kitle ölünceye kadar kirada yaşamakla bankalara ev borcu ödemek arasında bir tercih yapmak zorunda kalacaktır.

Zira karı koca aldıkları emekli ikramiyesi bu gün bir ev almaya yetmiyor.

Kimin umurunda?

Sendikanın mı?

Siyaset kurumun mu?

Sorunu dile getirecek sendika çözüm üretecek olansa siyaset kurumu değil mi?

Ama biri dilsiz olunca sağırlık diğerinin işine geliyor.

Sonra öğretmenlik dediğiniz de nedir ki, bunun alt tarafı herkesin yapabileceği bir meslek değil mi?

Bir bakan icraatıyla bunu doğrulamışsa daha da ötesi var mı?

1995’li yılların Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam işsiz üniversite mezunlarını hiçbir ölçü aramadan, hiçbir eğitime tabi tutmadan sınıf öğretmeni yapmadı mı?

Böyle bir kabulün olduğu yerde kim, hangi başarıdan söz edebilir?

O nedenle Milli Eğitim Müdürü Bilal Yılmaz Çandıroğlu’nun “Aydın’ı eğitimde marka yapacağım” vaadini ben çok iddialı bulanlardanım.

Zira sistemle amaçlanan kalite değil ki… Herkesin gidecek bir okulu bulunması yeterli.

Ha o bu sözleri ile okul yapmayı kastediyorsa mesele yok.

Mehmet Sağlam zihniyeti neyi gösterir?

Ne yetiştirilmesi ne de istihdamı konusunda çocuklarımızı yarına hazırlayacak öğretmen politikasının yokluğunu…

O da öğretmen çocuklara gözlemcilik yapan niteliksiz bir vatandaştan farksızdır sonucunu doğurur.

Temel sorun budur.

Başka?

Sistemde başarılı öğretmenle başarısız öğretmeni ayıran bir ölçünün olmayışıdır.

İlkokul birinci sınıf dışında, onun standardı öğrencilerin okumayı öğrenmesidir, tespit edilmiş sınıf ya da ders standardı yoktur.

Mesela ortaokulun her hangi bir sınıfında matematik dersine giren bir öğretmenin başarı ölçüsü nedir?

Geçer not verdiği öğrenciler mi, gerçekleştirdiği öğrenci odaklı projeler mi,dört işlemi öğretmesi mi ya da iyi gözlemcilik yapması mı?

Hangisi?

Ölçü yoksa yarış da yok demektir.

Çalışanla çalışmayan aynı maaşı alıyorsa, idealiste enayi gözüyle bakılıyorsa orada ne rekabetten söz edebilirsiniz ne de başarı için düş kurabilirsiniz.

Günümüzde başarının başka bir anahtarı daha var…

“Kurumsal sermaye”…

Söz konusu edilen milletse buna “toplumsal sermaye” deniyor.

Buna göre kurumları başarıya götüren sadece kalabalık personeli, yöneticileri, donanımı mükemmel binaları değildir.

Her bir çalışanı alanında uzman, işini seven ve dört elle sarılan insan sermayesi ile birlikte zaman içinde oluşmuş kurumsal kimlikleridir.

Kurumsal kimlik aynı zamanda o kurumun “kurumsal sermayesidir” ki, bu içerde ve dışarıda kuruma duyulan güven demektir.

Milli Eğitim Bakanlığı atamalarda adayın KPSS puanını yeterli görmeyerek bir de üzerine sözlü yapması devlete duyulan güveni zedelemekle kalmadı hepten yok etti.

Böylece bütünüyle eğitim kurumları iki sermayeyi birden kaybetti. Biri insan sermayesi diğeri sosyal sermaye...

Yani iflas etti.

Bütün bunları bir arada değerlendirdiğinizde siz PISA sınavlarında OECD ülkeleri arasında Türk öğrencilerin sondan üçüncü olmasının tesadüf olduğunu düşünebilir misiniz?

Başarıda lokomotif konumundaki öğretmeni ihmal ederseniz nitelikli, idealist olanları milli eğitimde tutamazsanız hangi başarıyı, kiminle elde edeceksiniz?

Mesele budur… Müfredat ondan sonra gelir.

 

 

Aydınpost ANDROID'de TIKLA İNDİR!   Aydınpost APPSTORE'da TIKLA