Bünyemde bir türlü kurtulamadığım bir yılgınlık, sürekli “alçaklar!” deyip durmak istiyorum. Meğer biz her şeyi yanlış bilmişiz! Meğer din de yalanmış, devlet de; hukuk da yalanmış, insaniyet de… Meğer bize tecavüze uğramamayı öğretmek, birilerine tecavüz etmemelerini öğretmekten daha kolaymış. Meğer bize insan olduğumuzu unutturmak, birilerine hayvanlık etmemelerini anlatmaktan daha kolaymış. Meğer bize devletin, babamızın, kocamızın, mahallelimizin malı olduğumuzu öğretmek, birilerine kimsenin malı olmadığımızı öğretmekten daha kolaymış. Meğer kurbanları cezalandırmak, suçluları cezalandırmaktan daha kolaymış. Meğer kimsenin bizi anlamaya, bize hakkımızı vermeye niyeti yokmuş.
Kaç gündür gözüme uyku girmiyor. Gözümü kapar kapamaz, hayatımda bir kez olsun görmediğim kadınların yüzleri geliyor aklıma. Sinirleri sağlam bir insan olarak görürdüm kendimi; meğer bu da yalanmış! 2007 yılında, Anadolu ’da gördükleri bütün şiddetle beraber Hollanda ’ya göçmüş kadınlarla tanışmıştım. Bütün içtenlikleriyle, hiçbir şeyi saklamadan anlatmışlardı hayat hikayelerini bana. Dinlediğim her hikayeden sonra günlerce, gözlerim uykusuzluktan ve ağlamaktan pörtlemiş olarak, katatonik bir halde yaşamıştım. Annem dön geri demişti, dönmemiştim. Şimdi bakıyorum da, bu memleketten başka dönecek, yaşayacak yeri olmamak ne fena biz kadınlar için. İronik de tabii; bir yandan bütün dünyayı sırtlarında taşıyan biz kadınlarken, kaçacak, göçecek yeri olmamak!
Kadına yönelik fiziksel, psikolojik ve şimdi de devletsel şiddetin giderek bir “ulusal spora” dönüşmesini dehşet içinde seyrediyorum. Hayatta tek arzusu bir akranıyla evlenmek ya da sadece erkeğine hizmet eden kayıp bir kadın olarak kalmamak, işten kocasıyla birlikte eve gelmek, yemekleri birlikte hazırlamak veya meslek sahibi olmak veya günde birkaç saat televizyon seyretmek ya da sokakta akranlarıyla oynamak olan kız çocukların, erkek kardeşlerinin attıkları kurşunlarla, babalarının boğazlarına geçirdikleri tellerle ya da ellerine tutuşturulan kalın urganlarla son bulan hayatları kimin umrunda! Şiddet ve korku tarafından terbiye edilmeyi kabul etmediği için kimsesizler mezarlığında, tepesinde kara bir taşla gömülmüş, ailelerinin bile unuttuğu kızlar kimin umrunda! Nasılsa katil şeref, ahlakı, namusu ve itibarı temizlenmiş şekilde göğsünü gere gere dolaşıyor ortada.

Kötü yola düşmüş biri!
Bu ülkede şerefinden başka hiçbir şeyi bırakılmamış erkekler, kirlemiş kız kardeş ya da analarını öldürerek sadece şereflerini temizlediklerini düşünmüyorlar, geride kalan kadın ve kızları da günahtan koruduklarına inanıyorlar. O yüzden Bahri, “Eğer kötü yola düşmüş birini vurmazsanız, öbürlerinin kötü yola düşmesine de sebep olursunuz. Ailenizin bütün kızları kirlenir,” diyebiliyor.
Peki ama… Bunca öldürmeye rağmen kadınların, neden kederli bir teslimiyet içinde yaşamak yerine direndiklerini sormuyorlar kendilerine? Yüzlerini yere eğen kadının kanını akıtsın diye selamı sabahı kesen eş dost akraba ve mahalleli, neden o kardeş, o baba silahını ateşlediğinde, birden üç maymunu oynamaya karar veriyor? Neden kız kardeşlerini, analarını öldüren çocuklar “öldürmek” fiilini kullanamıyorlar da, “vurmak” diye niteliyorlar işledikleri cinayetleri? Neden dedikodunun aslında göründüğü kadar masum bir eylem olmadığını itiraf etmiyorlar kendilerine? Bir anne, doğruyu söyletmek için kız kardeşini öldüresiye döven oğluna, nasıl “Yeter artık!” diye bağırmak yerine, “Doğruyu söylemezse öldür onu evladım” diyebiliyor? Bir oğul doğduğunda bahçeye bir ağaç dikilirken, dünyaya o oğulları kazandıran bir kız doğduğunda neden bir ağaç kesiliyor? Neden kız çocuk, babasının sırtına yük?
‘Namus Cinayetleri’ bu soruları ve daha fazlasını sorduruyor insana okurken. Dikkatli okuyucu için satır aralarında bu soruların yanıtlarını da veriyor. Katile ya da onu yoğuran topluma karşı bir anlayış değil ama, bir kavrayış yaratıyor. Bu, insanın kanını donduran bir kavrayış ne yazık ki! İnsanın şefkat görmeyi beklediği aile kurumunun, hukuku işletmesini beklediği emniyet ya da savcılık gibi kurumların çöktüğünü, bu kurumlar sağlıklı bir şekilde yeniden inşa edilmedikçe, kadının insanca yaşam hakkına kavuşamayacağının altını çiziyor.
Ayşe Önal’ın, kendi tabirleriyle “kader kurbanı” dokuz kişiyle yaptığı görüşmelerin hikâyelerinden ibaret ‘Namus Cinayetleri’ adlı kitap. Cinayetleri işleyenlerin olduğu kadar, namus bahanesiyle işlenen bu cinayetlere kurban gidenlerin iç dünyaları da insanın içini yırtacak ayrıntılarla aktarılmış.

Ölüleri çiğneyerek yaşamak
Kız kardeşinin adı mahallede fahişeye çıktığı için, kardeşinin dersini verene dek bir linç duygusu yaşatılan İlyas, “Kandillerde bayramlarda birbirleri ile en güzel sevgileri, dertleri müthiş bir şefkatle paylaşan mahalleler korkunçtu. Farklı birini istemiyordu mahalleler. Benzediğinde yavrusunu okşayan bir kaplan gibi yumuşacık, aykırı olduğunda öfkeli bir kaplan gibi yırtıcı oluyordu. Hayatları mahallesiz yürütmek mümkün olsaydı, bunlar olmazdı. Gerçek katiller mahallelerdi,” diyor. O yüzden kız kardeşini öldürene kadar İlyas’a kabus yaşatan mahalleli, ceset evden polis eşliğinde çıkarılıken, İlyas’a ağza alınmayacak hakaretler etmişti.
“Şerefi geri almak pahalı” diye ağlasa da Battal, “Cahil çocuk ahirete şaşkın gitti. Erkek milletinin çiğ süt emdiğini tam öleceği sırada öğrendi,” dese de, bu ülkede “aile şerefi denen tabu bir kurt kapanı olduğundan” öldürmüştü Papatya’yı!
Bu yüzden, Mehmet Sait, kendisine eziyet eden kocasını bırakıp baba evine dönen kız kardeşi Zehra’yı vurduktan sonra teslim olduğu karakolda ona, “Olur böyle şeyler, alın yazısı” demişlerdi. Kötü düşlerinde ablası sadece bir siluet olarak görünüyordu Mehmet Sait’e. Gündüzleri hapishanede ahlakın güçlü lideri olarak yarattığı etki onu kabus dolu gecelerden korumuyordu.
Ailelerinin bile hafızalarından silinen bu kızlar, haklarında çıkan yalan yanlış üçüncü sayfa haberlerini okur okumaz bizlerin de hafızalarından silinmiyor mu? O kızlar, kadınlar insanca yaşamadıkça, bizim hayatlarımızın da, ölüleri çiğneyerek yaşanmış bir hayat olacağını ne zaman göreceğiz?
Bundan sonra attığım her adımda, atılmamış bir adımın hayali olduğu bilgisiyle yaşayacağım ben. Kısa bir etek giydiğim her seferinde, bu nedenle bacağı bıçakla kesilmiş bir kız olduğunu hatırlayarak salınacağım. Televizyon izlediğim, kahkaha attığım, babama isyan ettiğim, dilediğimi yazdığım, söylediğim, okuduğum her seferinde, bu nedenle öldürülmüş bir kız çocuğu olduğunu hatırlayacağım. Bana bunu hatırlattığı için Ayşe Önal’ın ‘Namus Cinayetleri’ adlı kitabı kutsal bir kitap gibi duracak başucumda. Lanetli bir kutsal kitap. Dokunanın elini, yüreğini yakan bir kitap.