Anayasa yapım ve/veya yazım sürecinde en çetin konu başlıklardan birinin “laiklik/sekülerlik” ve buna bağlı diğer konular, söz gelimi din ve vicdan özgürlüğü ekseninde olacağı açıktır.

Laiklik din ile devlet ilişkisini düzenleyen çok önemli bir ilkedir. Sosyolojik açıdan bakıldığında, din de devlet de insan hayatı için vazgeçilmez kurumlardır. Her iki kurum da insanların toplumsal ilişkileri üzerinde etkide bulunurlar. Devlet insanların bu dünya hayatı ile ilgili yasalar çıkarır ve düzenlemeler yapar. Bu nokta oldukça açıktır. Ancak bir toplumsal kurum olarak din, devletten oldukça farklı fonksiyonlar görür. Dinin daha ziyade öteki dünya ile ilgili ödül ve cezalarla ilgili olduğu düşünülürse de, bu dünyaya yönelik bir takım talep ve tavsiyeleri de söz konusu olabilmektedir. Belki bu noktada her dini aynı kategoride değerlendirmek yanıltıcı olabilir. Kuşkusuz insanlar bir dine inanma, dinî inancının gereklerini yerine getirme ve hatta inancının tanıtımını yapma hakkına sahiptir. Ancak hiç bir hak sınırsız değildir. Bu yüzden devletin düzenleyici fonksiyonlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Şu halde sorun, daha ziyade din ile devletin arasındaki ilişkinin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği meselesidir.

Özgürlüğü teminat altına almak

Türkiye’de bir kesim, laikliği bir yaşam biçimi olarak algılamaktadır. Bir başka kesim de bu algılamaya aksülamel olarak laikliğin din karşıtlığı olduğunu iddia etmektedir. Gerçekte laiklik, bir yandan din ve devlet arasındaki ilişkiyi düzenlemenin bir aracı iken, bir yanda da bir arada yaşamayı mümkün kılan bir ilke, bir modeldir. Zira belli bir din anlayışının toplumunun geneline dayatılmasının önüne geçmesi dolayısıyla toplumsal birlik ve bütünlük açısından son derece fonksiyoneldir. Ancak onun bir yaşam tarzı haline dönüştürülmesi, gerçek fonksiyonlarını yerine getirememesi sonucunu ortaya çıkarmaktadır.

Türkiye’de laikliğin bir yaşam biçimi olarak algılanması toplumun geniş kesimi tarafından fazla bir ilgi uyandırmamaktadır. Çünkü laikliği ortak yaşamayı kolaylaştıran bir ilke olarak görmenin ötesinde, bir yaşam biçimi olarak algılama, hatta kendi yaşam tarzının mutlaklaştırarak topluma dayatma eğilimi toplumun geniş kesimi tarafından kabul görmemekte ve dolayısıyla böyle bir yaklaşım marjinalleşmektedir. 

Öte yandan daha ziyade ahlakî esaslara vurgu yapan İslam’ı bir din olarak görmenin ve öyle algılamanın ötesine geçerek onun hayatın bütün alanlarını kuşattığı ve insana hareket (mübah) alanı bırakmadığını düşünen ve bu anlayışını topluma dayatmaya kalkışan bir yaklaşım da aynı şekilde toplumun geniş kesimi tarafından kabul görmemektedir. Nitekim yapılan bilimsel araştırmalar, ‘laikçi’ (laisist) olarak adlandırılan aşırı ve otoriter laiklik yanlıları ile dinin (İslam) bütün toplumsal kurumları/alanları kuşattığını düşünen ve ‘dinci’ (İslamist) olarak adlandırılan kesimlerin toplumdaki oranlarının yüzde olarak tek basamaklı olduğunu ortaya koymuştur. Şu halde gerek laikliği ve gerekse İslam’ı aslından farklı algılamak ve onlara aşırı yüklemelerde bulunmak, onların gerçek fonksiyonlarını yerine getirmesinin önündeki en önemli engellerdir. Bir diğer ifadeyle bu tür yaklaşımlar hem laikliğe hem de dine zarar vermektedir.

Şu halde Türkiye’de sorun, devletin laiklik ilkesini benimsemesi veya benimsememesi değil, toplumun ve hatta bireylerin de laik bir yaşam tarzına mahkûm edilmesi veya edilmek istenmesidir. Bu da sonuç itibariyle otoriter ve despot bir yönetim biçimine yol açmaktadır. Fakat aynı şekilde anayasada devletin referansının din olarak belirlenmesi veya en azından anayasadan laiklik ilkesinin çıkarılması yönündeki talepler de toplumun bir kesiminde dinî bir yaşam tarzının dayatılması arzularını canlandırabilir ki, bu da sonuç itibariyle din adına otoriter ve despot bir yönetim biçimine yol açması kuvvetle muhtemeldir.

Devletin laik olması, bütün dinlere ve felsefi sistemlere karşı tarafsız olması, yani vatandaşlarının din ve vicdan özgürlüğünü temin etmesi demektir. Bu durum, özgür ve demokratik bir toplum olabilmenin en önemli şartı konumundadır. Laiklik veya sekülerlik tartışmalarında bir devletin laik veya seküler olabilmesinin ön koşulunun, dinlere karşı mesafeli durması ve hatta bunun anayasasında yazılmış olması olduğu söylenir. 

Bu tür bir sekülerist/laikçi bakış açısı teorik olarak doğru olmakla birlikte küresel anlamda bakıldığında gerek ileri düzeyde sanayileşmiş ülkelerde ve gerekse gelişmekte olan ülkelerde farklı uygulamalarla karşılaşılmaktadır. Bir diğer ifadeyle anayasasında laik ve/veya seküler olduğu yazılmamış ülkelerde kişilerin belli bir dine inanmalarına, inançlarının gereklerini yerine getirmelerine ve hatta inançlarının tanıtımını ve propagandasını yapmalarına -ki bu hususlar/ilkeler aslında temel insan haklarıdır ve bu konudaki sözleşmelerde, konvansiyonlarda ve dolayısıyla pek çok ülkenin anayasasında kayda alınmıştır-  müsaade edildiği görülür.

Öte yandan İslam ülkelerine bakıldığı zaman iki farklı durumla karşılaşılır. Bunların bir kısmının modern bir ulus-devlet formunda kurulmuş olduğu ve anayasalarında laik ve seküler oldukları belirtilir. Daha büyük bir çoğunluğu oluşturan diğer ülkelerde ise din ile devlet ayrımı açıkça deklare edilmemiştir. Fakat sonuç itibariyle her iki kategoride yer alan devletler de, insanların gündelik hayatlarına müdahale etme eğiliminde olmuşlardır.

Temel uzlaşı noktalarımız

Kuşkusuz devletin laik olduğu ilkesi, hazırlanacak olan yeni anayasa metninde yer alabilir. Ancak bu, özgürlükçü ve demokratik bir anayasa için olmazsa olmaz bir durum değildir. Şu halde bir devletin herhangi bir dini benimsemesi veya anayasasında laik/seküler olduğunun yazılması, teknik bir konu olmanın ötesinde çok fazla bir önem taşımamaktadır. Ancak meseleye teorik/hukukî açıdan bakıldığında, anayasada laiklik ilkesinin yer almış olması devletin zorunlu olarak vatandaşlarına din ve vicdan özgürlüğü sağladığının teminatı olmadığı gibi, aksi bir durum da devletin zorunlu olarak teokratik olduğu anlamına gelmeyecektir. Bununla birlikte meseleye sosyolojik açıdan bakıldığında ise, anayasada devletin bir dini benimsemesi veya laik/seküler olduğunun belirtilmesi toplumun belli katmanlarında rahatsız meydana getiriyorsa, sergilenen hassasiyetlerin dikkate alınması, yeni sorunlara yol açmaması açısından yerinde bir yaklaşım olacaktır. 

Dikkat edilmesi gereken temel husus, anayasa metnine yazılanlardan ziyade onların hayata geçirilmesi olmalıdır. Anayasa’da laiklik ilkesi yazılı olduğu zaman dindar vatandaşların, yazılmadığı zaman da seküler vatandaşların yaşam biçimine müdahale edilmemesi, yani “din ve vicdan özgürlüğü” ilkesi temel uzlaşı alanı olmalıdır. Şu halde anayasa yazımı aşamasında meselenin demokrasi ve insan hakları temelinde ele alınması gerekmektedir. Bilindiği gibi, bu memlekette din ve devlet ilişkisini her tür aşırılıklardan uzak bir biçimde meczeden hoşgörü anlayışının kökleri uzun bir tarihî geçmişe dayanmaktadır. Mesele bir ölçü ve denge meselesidir. Unutulmamalıdır ki, her şeyin aşırısı kendi kendi sonunu hazırlamaktadır.

star