Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım büyüktü.Acılar sonsuzdu.Halklar yeniden tanımlıyor,uluslar,ulus devletler yaratılıyor,milyonlar evlerini mülklerini terk etmek zorunda bırakılıyor,bir o kadarı kendi yurtlarında vatansız hale geliyordu.Dünya,tarihçi Eric Hobsbawm’ın sözünü ettiği ‘’aşırılıklar çağı’’na giriyordu. Oysa daha ilk o anda,1918’in sonunda,kimse dünyayı bekleyen tehlikenin farkında değildi.Demokrasi umutları zirve yapmıştı ve liberal uygarlığın değerlerinin ve kurumlarının önünde hiçbir engel kalmamış gibiydi.Parlamentolar,özgürce seçilmiş hükümetler,anayasalar ve hukuk düzeni,konuşma,basın ve örgütlenme özgürlüğü,yurttaş hakları ve bilim değerleri ile donanan liberalizm artık rakipsizdi.Avrupa’nın liberal seçkinleri zafer çığlıkları atıyordu.
Bu liberal coşku çok kısa sürdü. Rus devrimi ve komünizm hayaleti Avrupa’nı üzerinde dolaşmaya başlayınca, liberalizmin kendi değerlerine sırt çevirdiği görüldü. Mazower’in dediğine göre ‘’ Birçok ülkedeki yönetici seçkinler kısa sürede, demokrattan çok komünizm karşıtı olduklarını kanıtladılar.’’ Eric Hobsbawm’a göre de Avrupa’da demokrasinin çöküşünden liberaller sorumluydu. Onlar komünizmden korktular ve işçi sınıfı hareketlerini demokrasiye karşı bir tehdit olarak gördüler. Her ülkede güçlü merkezi yönetimleri arzulayan,otorite düşkünü sağcı partiler ve liderleri desteklediler. Demokrasiyi ortadan kaldıranlar da, liberallerin düşündüğü gibi sosyalistler olmadı. Avrupa’da bunun tek bir örneğine rastlanmadı. Buna karşılık, demokrasilerin tamamı, sağcı askeri diktalar, anayasal yollardan iktidara gelmesine izin verilen faşist partiler eliyle boğuldu. Daha 1920’lerde Macaristan,İtalya,İspanya,Portekiz,Polonya ani dönüşlerle demokrasiden ayrılırken, arkalarında liberallerin desteklerini buldular. Mussolini faşizminin ebesi liberal seçkinlerdi. Onlar olmasa Mussolini hükümet bile kuramazdı. Almanya’da Naziler, ‘’ iktidarı fethederek başa geçmedi, eski rejimin suç ortaklığıyla, aslında inisiyatif göstermesiyle, yani anayasal biçimde iktidara geldi’’.
Faşizmin Avrupa’da hakim ideoloji haline gelmesi, demokrasinin Avrupa’ya uyan bir rejim olduğu varsayımını kuşkulu hale getiriyordu. O yıllarda Avrupa siyasetine yön veren üç temel ideolojiden biri olan faşizm ( diğerleri liberalizm ve komünizmdi) , yine Mazower’in dediğine göre ‘’ en Avrupa merkezli olanıydı ‘’. ‘’ Nasyonal sosyalizm, yalnızca Almanya’nın değil, tüm Avrupa’nın ana akışına bir çok kişinin kabul edebileceğinden çok daha rahat uymaktaydı’’. Aksi takdirde faşizmin, bütün bir Avrupa’yı birkaç yıl içinde teslim alması düşünülemezdi.
Sonuçta Avrupa, Türkiye’nin de yeni bir ulus devlet olarak tarih sahnesine çıktığı, 1920’lerden itibaren diktatörlüklerin resmi geçit yaptığı bir arenaya dönüştü. Yunanistan,Bulgaristan,Romanya,Yugoslavya,Arnavutluk,Macaristan,Polonya,Estonya,Litvanya ile Almanya,İtalya,Avusturya,İspanya,Portekiz ve Sovyet Rusya’ya kadar neredeyse Avrupa’nın tamamı ya askeri darbelerle, ya faşist diktatörlüklerle ya da Türkiye’de olduğu gibi otoriter tek parti yönetimleriyle idare ediliyordu. Parlamenter demokrasi, önemli sınırlılıklar taşımakla birlikte Kuzey Avrupa’nın küçük birkaç ülkesine sıkışıp kalmıştı. Bunların çoğunda kadınların seçme ve seçilme hakları yoktu ve neredeyse tamamı cumhuriyet değil monarşiydi. Avrupa’nın büyük güçleri arasında
Siz değerli okuyucularımı daha fazla yormamak için bu yazımı şimdilik burada kesiyorum. Haftaya devam yazımı okumanızı ümit ederek ben Aydın AVCI hepinize ‘’hayırlı günler , hayırlı haftalar diliyorum.’’
(Atlas-Nisan 2010)
Sosyal medyada bu konuyla ilgili düşüncelerinizi #aydınbunukonuşuyor etiketiyle paylaşın, yayınlayalım!