Gece yoktu. Güneş çoktan kömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü. Yabanıl sesler geliyordu derinlerden...
... ve karanlığı ince bir bıçak gibi yırtıyordu. Sesim yoktu. Karanlığın karnında yitirdim sesimi. Kör bir kuyuda unutulan Yusuf'tum belki.

Duvara yaslanmış genç bir kadının fotoğrafı var önümüzde. Beline gelen uzun siyah saçlarıyla, incecik görünümüyle yirmi üç yaşında görünüyor, yaşamın daha en başında. Sanki on dört yıldır cezaevinde üstelik de tecritte değil. Bütün haberlerde otuz yedi yaşında olduğundan söz ediliyor ama zaman hiç işlememiş de mahpus damına düştüğü günkü hissiyatta ve yaşta kalmış sanki.

Gülümseyen, kendinden emin ama tevazu içindeki bu genç kadının hayatta ve ayakta kalması, kimilerini rahatsız ediyor belli ki. Çünkü cezanın kişinin özgürlüğünün elinden alınmasıyla bitmemesi gerektiğine, insanların ölümüne sindirilmesinin ve ağır acılara uğratılmasının şart olduğuna inananlar var.

Güler Zere, Malatya Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından THKP-C örgütüne üye olmaktan 34 yıl hapis cezasına çarptırılmış ve bunun 14 yılını yatmış ve halen de Elbistan Cezaevi'nde bulunuyor. Gülen yüzü başka bir şey söylese de o aslında amansız bir hastalığın pençesinde. Babası Haydar Zere diyor ki: "Kızım o benim, canım ciğerim. Önce tespit edilemedi hastalığı ama sonra Adana'daki Balçalı Devlet Hastanesi'nde kızımın kanser hastalığına yakalandığı kesinleşti. Kızım damak kanseri şu an. Damağının bir tarafı kulağına kadar tamamen alındı. Ne konuşabiliyor ne de doğru düzgün bir şey yiyebiliyor. Elazığ'dan sürekli Adana'ya gidip geliyorum. Onu kolay göremiyorum, tedavisini yaptıramıyorum. Keşke kanser olmasaydı da ömür boyu hapis yatsaydı. Her gün bin kez ölüyoruz. Kızım göz göre göre ölüme gidiyor, elimizden bir şey gelmiyor."

Aslında insanları bu hastalıklara sürükleyen ortamın tecrit koşulları olduğunu herkes biliyor.

Bağımsız insan hakları örgütlerinin tespitlerine göre Türkiye'de cezaevlerindeki tecrit koşullarında son dokuz yıl içinde 306 mahkum hayatını kaybetmiş. Hükmedilen sürede özgürlükten yoksun bırakılmaktan ibaret olan bir cezayı, kötü muamelede bulunup, elem ve acının artırılması yönünde çoğaltmak insanlık dışı ve hukuka aykırı bir durum. Bu, tutukluya fiziki bir zarar verme ya da işkenceyle olmaz sadece; bir tutukluyu göz göre göre tedavi imkânlarından mahrum bırakmak, hastalananlara kayıtsız ve yetersiz davranmak en büyük şiddet. Belli ki bütün bu umursamazlıklar Güler Zere'yi sağlık tablosu açısından geri dönülemez noktaya getirmiş. Bu durumda İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nde güvence altına alınan yaşama hakkı ve fena muamele yasağı açık biçimde ihlal edilmiş oluyor.

HERKES KENDİNE YAKIŞANI YAPAR

Bu konuda babanın içimizi parçalayan beyanları bile yeterliyken, sayısız raporun da göz ardı edilmesi adalete dair umutlarımızı azaltıyor. Beş ayrı raporda 'hapishanede kalırsa ölür' denilmesine rağmen bir türlü ihtimam ve sevgi gerektiren tedavi ortamına kavuşamaması kabul edilemez.

Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi Kulak Burun Boğaz Ana Bilim Dalı uzmanları haziran ayında Zere'nin boynundaki tümör nedeniyle yeniden ameliyat olması ve radyoterapi alması gerektiğini vurgulamışlardı. Adana Tabip Odası da aynı zamanlarda hastanın yaşamını tehdit eden ciddi bir sağlık sorunu olduğunu, tam iyileşme şansının düşüklüğünü, hastanın şu anda bulunduğu ortamın hastalığın tedavisini ileri derecede zorlaştırdığını açıklamıştı. Yine ÇÜ Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı'nın raporunda da, şahsın bir başkasının yani yakınlarının ilgisine bakımına ve gözetimine muhtaç bulunduğu, yaşama çabasının tedavinin başarısı için şart olduğu, cezaevi koşullarında bunun mümkün olamayacağı, bakım ve destek ortamının acilen sağlanması gerektiği, mahkum koğuşunun yaşam riski oluşturacağı belirtilmişti.

Bütün insan hakları örgütleri ayakta. Mazlum-der Adana Şubesi'nden arkadaşlarımız da Güler Zere'yi Adana'daki hastanede ziyaret ettiklerinde, gerek hastalığın geç teşhis edilmesi gerekse teşhis edilen hastalığın tedavisinin "tedavi sırası" ve "mahkum koğuşunda yer bulunmaması" gerekçeleriyle başlatılmaması yüzünden hükümlünün ölümün eşiğine geldiğini tespit etmiş ve durumu kınayan bir bildiri yayınlamışlardı.

Birçok insan ki buna dindarlar da dahil, devletle varlığını öyle özdeşleştirmiş ki olaylara tıpkı devlet gibi baktığından, kişilere karşı işlenen suçların devlet tarafından affedilmesini hiç yadırgamaz, bundan rahatsız olmazlar ama "devlete karşı işlenen suçlar" diye tanımlanan fiilleri işledikleri düşünülen insanlara karşı vicdanları tam bir körlük içindedir. Aslında kendinden olmayanlar için işleyen adaletsizlikler eşitsizlikler karşısında sessiz kalmakla malul önemli düşünürler de var. Mesela Emmanuel Levinas "başka" uzmanıdır neredeyse, öteki olanların haklarına dair soğukluğumuzu kırmak ister çalışmalarında ama Filistinlilerin başına gelenler sorulduğunda, "o başka, ayrı bir mesele" der. Onu durduran bir sınır vardır. Bizim aramızda da Cumhurbaşkanı af yetkisini kullanıp ölümcül hasta olan Güler Zere'nin evinde tedavisine imkân sağladığı takdirde, gürültüyle karşılayacak insanlar var maalesef. Oysa fotoğrafına bir kez yürekten baksak bile başka olmadığını, bizden bir parça, bu ülkenin hak ve adalet bekleyen kızlarından biri olduğunu görebiliriz.

Levinas'ın durduğu durak bizim hiç duraksamadan yürüyüp geçmemiz gereken bir yer. Güler Zere ve bu vesileyle onun konumunda olan bütün mahkumlar için en azından cezanın ertelenmesi mücadelesinde yerimizi almak zorundayız. Sonuçta herkes kendine yakışanı yapar./zaman