Ergün, siyasetçilerin özel hayatına dikkat etmesi gerektiğini söyledi
 
Seçim çalışmalarını Türkiye genelinde ve seçim bölgesi olan Kocaeli’de sürdüren Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün’le biraraya geldi. Ergün, ziyaret ettiği fabrikada kaskını taktı, sorularımızı yanıtladı.
 
-Kaset siyasetini günlerdir konuşuyoruz. Seçim öncesi bu konular çok fazla gündeme gelmedi mi?
 
Seçimle ilgisi olmayan zamanlarda da bunlar oldu. Galiba üst üste gelmesi, aynı partiden 4 kişi olması nedeniyle tartışma farklı bir noktaya geldi. Yoksa ara zamanlarda da oldu. Sayın Baykal’ın başına gelenler mesela. Anayasa oylamasının son gününde, parlamentonun 330’unun üzerinde geçtiğinin anlaşıldığı zaman diliminde oldu. Bu işi bekletenler adeta bir özel projeyi devreye soktular o akşam. Sonra ciddi manada siyasi sonuçları oldu.
 
Siz meydanlarda bunların konuşulmasına nasıl bakıyorsunuz?
 
İki yönü var; bunu kim yapıyor? Bunun tespiti bir araştırmayla, hukuku bir çabayla ortaya çıkar. Ama mesela bazıları şikayetçi bile olmuyor. Detaylanmasın falan diye, geçip gidiyorlar. Şikayetçi olunmasa da o tür faaliyetleri yapanların bir şekilde araştırılması gerekir. Siyasiler şunu düşünmeli: Ben siyasi bir kişiyim, konuştuklarıma, yaptıklarıma dikkat etmem lazım. İster istemez bu inceliği göstermesi gerekiyor siyasetçinin. Üstelik öyle bir yüzyılda yaşıyoruz ki, gizlilik diye bir şey yok. Gizli saklı iş yapma imkanına sahip değiliz.
 
Bir yandan da hükümetler şunu görmeliler: Ben bazı şeyleri yasaklarım... Hayır, bazı şeyleri yasaklayamazsın. Senin yasak dediğin şey, öbür taraftan pat diye çıkıveriyor. Farkında bile olmuyorsun. Demek ki, hükümetler bazı şeyleri yasaklayamayacakları gibi, kişiler de bazı şeyleri saklayamazlar. Kişilerin seveni sevmeyeni var, muhalifi var; şu ya da bu nedenle takip edeni var... Kim olduklarını elbette bilmiyoruz ama bunların olabileceğini siyasilerin görmesi lazım. Siyasilerin dürüst, düzgün ve sade bir hayat yaşamaları lazım. Bazı görevler bunu gerektiriyor.
 
Bağımsız aday Altan Tan, ‘Başbakan eski bir bakana dikkat etsin, 66 hürrem dizisi çıkar’ dedi...
 
Çıkarsa, çıkanlar bedelini öderler. Bizim partimizden de çıkarlarsa, onlar da bunun bedelini öder. Biz burada MHP’nin veya CHP’nin kurumsal kimliği ile konuyu bağdaştırabilir miyiz? CHP böyledir, MHP böyledir, AK Parti böyledir denilemez ki. Kişilerle sınırlıdır bunlar. Siyasetçinin imajını bunlar bozuyor. Siyasi partisine de kuşkusuz zarar verebiliyorlar... Hiçbir siyasetçi böyle bir yanlışla yan yana anılmasın, bunu istemeyiz. Bizim partimizden de olsa bu yanlışın içine düştüyse faturasını ödeyecek. İma etmeye falan gerek yok tabii. Bildiği bir şey varsa çıksın söylesin.
 
Kimse faturasını öder diyorsunuz?
 
Bunun faturası siyasidir. Her şeyin hukuki karşılığı olmayabilir ama bazı şeylerin siyasi karşılığı olur. Mesela MHP’den istifa ettiler, siyasi bir bedel ödedi insanlar. Bu kimin partisinde olsa böyle bir tablo ortaya çıkacak. Sayın Baykal neden genel başkanlığı bıraktı? “Kardeşim ne karışıyorsunuz? Olduysa oldu özel hayatımız, işime bakarım” demedi. “Bana komplo kurdular” dedi, ama o tür olayların bir siyasi karşılığı olduğunu bildiği için çekildi. Bu tür yanlışların içinde olanlar, bunun siyasi bir karşılığını olduğunu biliyor.
 
Aysel Tuğluk’un açıklamaları, ardından Öcalan’ın 15 Haziran’ı adres göstermesi... Bu atmosferde siz Diyarbakır’a gideceksiniz...
 
Bir ay önce de gittim. İnsanlarla buluştum, çarşıyı dolaştım. Bizim gördüğümüz Diyarbakır’la, televizyonlarda imajı oluşturulan Diyarbakır arasında müthiş fark var. Kişilerin beyanlarıyla veya faaliyetleri, orada bazı sokaklarda taş atan çocuklar, dükkan kapattıran eylemler; bunlar bir kare. Ve bununla imaj oluşturuluyor. Ama gerçek Diyarbakır bu değil. Yüzde 1’i bu. Yüzde 99’u çok farklı bir hayat ve yaklaşım içinde. Çarşısı hareketli, insanlar hayata son derece bağlılar... Müthiş bir potansiyel var. Ama bu tür ifadeler, bu potansiyeli yansıtmasına en büyük engel. Bu konuşmalardan sonra insanlar Van’a, Diyarbakır’a gidilmez iş yapılmaz diyor. Gerçek bu değil.
 
İnsanları gözü korkuyor o görüntülerden?
 
Bölgenin ve halkın imajını bozmaya hakları yok. Yaptıkları şey en çok bölgeye ve o insanlara zarar veriyor. Bunu, ‘bu bölgeye gelen giden, yatırım olmasın’ diye ya bilerek yapıyorlar veya büyük bir bilgisizlik, cehalet, ideolojik körlük içinde bunları söylüyorlar. Başka izahı yok. Ne Diyarbakır, ne Van, ne Batman böyle. Bölgedeki işadamları çaba içinde, dışa açılmak istiyorlar. Ama bunlar tam tersi. Siyasilere de, bize de aynı şeyi yaptılar. Ama Hakkari’ye de, Batman’a da gideriz. Bir grup ‘Siyasiler buraya giremez’ havası oluşturmaya çalıştılar diye siyasiler geri çekilirlerse, ‘Oy vermiyorlar’ diye gitmekten vazgeçerlerse, bölgeye en büyük kötülük olur. O nedenle biz diğer siyasi partilere gidin teşkilat kurun, mesajlarınızı iletin diyoruz. Normalleşme böyle olur.
 
Sizce BDP söylemleriyle buna izin vermiyor mu?
 
Onların söylemlerine, propagandasına bakıp politika üreteceksek yandık. Onların söylemleriyle politika üretilmez. Devlete ve topluma yanlış yaptırmaya çalışan söylemler. Biz sövene sövmesini bilmiyor muyuz? Haraket edene haraket etmesini bilmiyor muyuz? Biliriz, daha iyisini de yaparız da ne işe yarar. Tam da onun tuzağına düşmüş oluruz.
 
Başbakan “Kürt sorunu bitti” dedi. Bunu nasıl okumak gerekiyor?
 
Bizim yıllarca yaşadığımız sorun aslında Kürtleri inkar sorunuydu. “Türkiye’de Kürt yoktur, dili de yoktur” sorunuyla karşı karşıyaydık. Bu resmi politikaydı. “Kürt dediğin kişiler Orta Asya’dan göçen Türkler. Fakat onlar dağdan karlı havalarda göçtükleri için kart kırt ayak sesleri nedeniyle verilmiş ismidir” denildi. Ben bunu kendim dinledim.
 
Nerede dinlediniz?
 
Askerde. 1980’li yıllarda Samsun’da bir albayımız vardı. Cuma günü bütün askeri toplardı. Alayın büyük çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu’dan gelen askerlerden oluşuyordu. Albay orada, ‘Türkiye’de Kürt yoktur’ derdi. Kürt askerlerini Kürt olmadıklarına ikna etmeye çalışırlardı. O çocuk buna ikna olur mu? Bir arkadaşımız nizamiyede telefonla Kürtçe konuştu diye dayak yedi. Geldi ağzı burnu kan içinde kalmış. “Kürtçe konuştuğum için dayak yedim ama annem Kürtçeden başka dil bilmiyor” dedi. “Hiçbir şey değil annemle telefonla anlaşabileceğim bir devlet istiyorum” dedi. O çocuğu annesiyle telefonla anlaşacağı devleti sunamaz mıydık? Sunamadık. Dilin yok, Kürt yok dedik...Kürt sorunu buydu Türkiye’de.
 
Artık bir inkar sorunu kalmadı diyorsunuz?
 
Biz bunu ortadan kaldırdık. “Türkiye’de Kürt vardır, dili, kültürü, hakları vardır. Kürt olmaktan kaynaklanan farklılıklarını doya doya yaşamalıdır” dedik. Çocuğuna isim koyma, dilini öğrenme, şarkısını dinleme yasağını kaldırdık. 24 saat Kürtçe yayın yapılıyor. Köyde kadın Kürtçe sağlık bilgisi alabiliyor. Biz bu ülkeyi Kürtlerle beraber inşa ettik. Çanakkale’de yanyana yatıyorlar. Tablo böyleyken Kürtleri inkar ve asimilasyon sorunuyla karşı karşıyaydık. Bu sorunu ortadan kaldırdık. Bugün söylediğimiz Kürt sorunu dediğimiz şey Kürtleri inkar sorunu olmaktan çıkarılmıştır.
 
Şimdi ne olacak?
 
Kürt vatandaşlarımızın kimlikle ilgili beklentileri var. ‘Köyümün adını niye değiştirdiniz’ diyor, iade ediliyor. Üniversitelerde enstitüler kuruluyor...Bu sorunun bizde açtığı yaralar büyük ve birçok komplikasyonları var. Bu nedenle çözümünde ince bir yöntem uygulanması gerekiyor. Kaba yöntem ve kaba laflarla çözülemez. Hem çözümü bir günlük değil, hapı yok. Bir sorunu çözeyim derken öbür taraftan bir başka sorun icat etme potansiyeli var. Herkesin iyi niyetli “bu sorun çözülmeye çalışılıyor” demesi gerekir.
 
‘Demokratik özerklik’ gibi bir talebin kabulü sözkonusu olabilir mi?
 
Talepler, demokrasi içiresinde çok uç noktalara kadar varabilir. Önemli olan neyin gerçekçi olduğu. Bazı talepler var gayet normal. Mesela ‘Dilimi konuşayım, çocuğuma isim vereyim’ gibi. Bunlar ne talep edildiğinde bölücü bir taleptir, ne karşılandığı zaman bölücü etkiler meydana gelir. Ama bir kısım talepler var ki böyle değil. Mesela, “Türk bayrağı var ama bizim özel renklerimizden oluşan, flama da olsun” gibi. Bunlar bölücü etkisi olabilecek taleplerdir. Hem toplumu böler, hem ülkenin bölünmesine yol açabilecek nitelikte taleplerdir. Kaldı ki bu bayrak 1800’li yıllardan beri bu topraklarda. Tarih hepimizin.
 
EN ÖNEMLİ PROJE
 
“1970’li yıllarda Kore ve Türkiye birbirine benzeyen iki ekonomiydi. Hatta biz biraz daha iyiydik. Bir atılım yaptık ve KİT’ler eliyle sanayileşme hamlesi başladı. Konya’da TÜMOSAN motor fabrikasını kurduk. Koreliler Hundai’yi kurdular. Diyarbakır’da TEMSAN adında elektro mekanik sanayinde bir fabrika kurduk, onlar Samsung’u kurdular. Biz 42 yıllık süreçte bu istikrarsızlıkları yaşarken, onlar istikrarlı bir çizgi götürdüler. Bugün TÜMOSAN Konya’da traktör üreten bir küçük tesis, Hundai ise bir dünya devi. TEMSAN Diyarbakır’da hala küçük bir atölye. Samsung ise elektronikte dünya devi. Biz inkar politikalarını bırakıp, ülkeyi istikrarsızlığa, darbelere mahkum etmeyip Temsan’ı bir Samsung haline dönüştürseydik, Diyarbakır bugünkü Diyarbakır olmazdı. Türkiye’nin en önemli projesi istikrarsızlığa, darbelere, siyasete müdahelelere makro ekonomik dengelerin bozulmasına müsaade etmemektir.”
 
AVM YASASI MÜJDESi
 
AVM’lerin gözü sizde. “Hafta sonu kapansın” diyenler de var?
 
Bir düzenleme ihtiyacı var ama bu beklentilerin hepsini karşıyalama müsait bir düzenleme olmaz. Her talep seslendirebilir ama bir karşılığı olmayabilir. Makul olan taleplerin karşılığı olacaktır. O da kuruluş esaslarının bir düzene bağlanmalıdır. İkinci mesele rekabet. Bu büyük pazara girişlerde haksız rekabet olmamalı. Bazı firmalara öncelik bazı firmalara blokaj uygulayan bir sistem doğru değil. Sistemde bu tür arızalar tespit ettik. Bunların giderilmesi gerekiyor. Bir başka ayağı da tedarikçilerle ilişkiler. Mal veren firmalar çok zor durumda kalıyorlar. Tahminlerinin üzerinde gereksiz fatura ödemek zorunda kalıyorlar. Bazen diyelim ki 10 liraya mal verilmiş sözleşmede ‘Ben senin malını 7.5’a sattım. İşte iade faturası kesiyoruz’ diyorlar. Sen benim malımı nasıl 7.5’a satıyorsun? Yeni mağaza açacağız al sana 100 bin lira fatura kestik öde diyorlar. Adam o pazara girdiğine gireceğine pişman oluyor. Bunlar bize iletilmiş ve çözüm bekleyen makul konular. Önümüzdeki yasama döneminde bu konuyu ele alacağız.
 
Bugün AVM’ler hafta sonu çoluk çocuk çok zaman geçirilen yerlere dönüştüler. Bu özelliklerini görmezden gelemeyiz. Toplumsal talep bugün itibariyle en azından var.”
 
İKİNCİ DİL TALEBi
 
Osmanlı impartorluğu zamanında da devletin resmi dili Türkçe olmuştur. Bu herkesin menfaatinedir. Bazen, ‘Devlet olarak vatandaşlarımızın hepsine Türkçeyi yeterince öğretemedik’ diye hayıflanıyoruz. Bu bir tarafı. Hadi vatandaş Türkçe öğrenemedi, okula gidemedi, imkanı yoktu. O zaman canım azıcık devlet Kürtçe öğrenseydi! Devlete de mi zordu? Güneydoğuda görevlendirdriği jandarmasına, tapu memuruna, öğretmenine “Orada vatandaşlarımızın önemli bölümü Kürt ve Türkçe bilmiyorlar. Öğrenecekler ama o zamana kadar Kürtçe selam vermeyi, hatırını sormayı, meramını anlayacak kadar Kürtçe bil” demek devlete de mi zordu? Bir yabancı gelip size Türkçe selam verince hoşunuza gitmiyor mu? Devlet bir adım atıp bunu yapsaydı o zaman Kürt vatandaşlarımız devlete ve kamu görevlilerine sıcaklık hissetmezler miydi?
 
60 İHTİLALİ OLMASAYDI...
 
“Türkiye’nin siyasi istikrarsızlık dönemleri Türkiye’ye çok pahalıya patlamıştır. 1950’de çok partili hayata geçtik. 1950-60 arasında DP döneminde ekonomik anlamda çok büyük ilerlemeler oldu. Sonra 60 ihtilali yapıldı ve siyaseti tarumar etti. 60 ihtilali olmasaydı, 61 seçimini CHP kazanacaktı ve sistem ABD’de olduğu gibi demokratlar - cumhuriyetçiler eksenine oturacaktı. Ama siyasi sistemi dağıttılar ve oturamadı. 70’li yıllar berbattı. Koalisyonlar, terörÖ Bu bizi 80’e kadar getirdi. 83’te Özal iktidara geldi ve bir atalım daha yaptı. Sistem değişti, nefes aldık. Ama Özal Köşk’e çıktı ve istikrarsızlıklar başladı: Koalisyonlar, ardından 28 Şubat. Bu post modern darbe siyaseti allak bullak etti. 2003’e kadar böyle geldi. Bir ülkenin 42 yılı bu kadar çalkantılı olur mu?”
 
vatan