DR. Ercüment Cengiz Sezaryen hakkında yazdı. İşte o yazı...

Jinekolog kadınların dörtte üçünün sezaryeni tercih ettiğini biliyor musunuz? Çünkü bu, günümüzde bir 'normal doğum' yöntemidir aslında.

Enis Batur’un, ‘örgü teknikleri üzerine bir roman denemesi’ diye tanımladığı ‘Elma’ adlı enfes eserini okuyanlarınız vardır. Kitabı okumayanların bile, olay örgüsü içinde geçenleri hatırlayacağına eminim. Okuduğumda çarpılıp defalarca yeniden okuduğum kitabı bendeki iziyle özetleyeyim. Diplomat, Mısırlı aristokrat Halil Şerif Paşa’nın 1866 yılında tanıştığı, sonradan dünyanın en önemli ressamları arasında anılacak olan Gustave Courbet ile bol şaraplı, tütünlü bir gecesi ‘Dünyanın başlangıcına ve yaratılış’ konusuna gelir dayanır.

Varoluş üzerine kafa patlatma, insanoğlunun orijinine kadar uzar ve Halil Şerif Paşa o yıllar için epeyce yüklü bir paraya, 20 bin Frank karşılığında konuyla ilgili bir tablo yapmasını ister büyük ressamdan. O da, 46x55 cm’lik bir alanda bir nevi dostuna belki de mizahi bir gönderme de yaparak ‘başlangıç yerimiz’i gösteren bir tablo yapar: ‘L’ Origine du Monde (Dünyanın Başladığı Yer). O zamana dek yapılmış müstehcen eserlerin başını çeken bu tablo çıplak bir kadının bacak arasını ve vajinayı gösterir… Meraklıları için söyleyelim, 130 yıllık bu enfes tabloyu Paris’te, 26 Haziran 1995’en beri sergilendiği D’orsay Müzesi’nde görebilirler.

‘Çıkamayan bebekler’

‘Çıktığımız yer’ geleneksel ve doğal olarak vajina kabul edildiğinden, üstat, ‘başlangıcı’ bu noktadan göstermişti. Oysa çıktığımız yer, tıbbi tarihçilere göre ta İÖ 8. yüzyılda imparatorların emriyle ya da rivayete göre J. Sezar’ın doğum şekliyle (ki Sezar’ın annesi yaşayabildiği için bunun imkânsızlığından da bahsedilir), ‘Sezaryen’ olarak tanımlanan bir yöntemle karından da olabiliyor.

Ama üstat Courbet, haklı olarak o tabloyu yaptığı tarihten ta 200 yıl önce, 1668’de üstelik de vatandaşı bir Fransız doktorun bunu deneyip kayda geçirdiği ve ölümcül olduğu için önermediğini bilmeden resmetmiştir bu ısmarlama eserini. Çıkamayan bebekler yüzünden ölen annelerin kurtarılması için sezaryen operasyonları yaklaşık 16. yüzyılda başlamış ve pek çok zaman da işe yaramıştır. Anestezi, sterilizasyon gibi imkânlar, dikiş materyalleri olmadığı için yüzde seksen civarında ölümcül olduğu bilinse de, bazı hallerde anneye ve bebeğine yardımcı olup hayat kurtardığını biliyordu hekimler. Tıp tarihçileri tekniğin ilk kez Leipzig’li doktor Max Sanger’in 1882 yılında bebeği çıkardıktan sonra rahim duvarını ve anne karnını gümüş tellerle dikerek kapatmayı akıl etmesiyle geliştirildiğini yazarlar.

Havva’ya gebelik ‘cezası’

Şimdi izninizle yeniden Elma’ya dönelim ve Batur’un Eski Ahid’in tekvin bölümünden ve Kuran’dan yola çıkarak geliştirdiği ‘Elma kuramı’ çerçevesinde naklettiklerine. Pek çoğumuzun bildiği gibi, şeytanın üstün çabaları sonucunda yasak meyveyi, elmayı yiyen Havva, Adem’e de diğer yarısını yedirerek hazzı tattırmış ve birlikte olmuşlardır. İşte bu nedenle Tanrı onları cennet bahçesinden kovarken, bu duruma arabuluculuk yapan yılanı yerlerde sürünmeye mahkûm etmiş, Havva’yı da karnına bir bebeği, yani atamızı yerleştirerek onu gebe bırakarak cezalandırmıştır. Neden ceza?

Çünkü karnında bir başka canlıyı 9 ay boyunca taşımak zorunda kalacaktır, ilk üç ay halsizlik, isteksizlik, her kokudan tiksinme, bulantı, sonraki üç ayda karnın büyümesine sabretme, vücutta ve tüm organlarda değişiklikler… Sonra doğum sancıları, sonra uykusuz geceler… İşte tam da bu noktada, işin her anlamda içinden biri olarak ve de affınıza sığınarak her şeyi adaletli dağıtan, -ya da dağıtmaya gayret eden diyelim- Allah’ın terazinin topuzunu bir nebze kadınların aleyhine kaçırdığını düşünürüm.

Düşünsenize, karınızla dakikalarla sınırlı bir sevişmenin ardından siz yataktan yavaşça süzülerek ürkek adımlarla duşa doğru yönelirken, onun kısa bir haz dalgasından sonra başına gelebilecekleri. Sevgilinizle mi?... Onu düşünmek bile istemiyorum; hele de kürtajın yasaklanmasına ramak kalmışken!

Saatler boyu ağlayan, bağıran o güzelim annelerin ıstıraplarına onların birkaçıyla birlikte defalarca sabahlayarak şahitlik etmiş biri olarak kadınların daha dünyanın başlangıcından beri maruz kaldıkları ıstıraba ve ayrımcılığa yıllarca şaşırıp kalmışımdır. Başına gelecekleri bir bilse, acaba yine de ısırır mıydı o adı batasıca yasak meyveyi Havva anamız?

‘Normal doğum’ yok

Çoğumuzun bilmediği bir şey var, terminolojide ‘normal doğum’ ya da karşılığında ‘anormal doğum’ diye iki kavram yok. ‘Normal Delivery’ ve ‘Cesarean Delivery’ yani vajinal ve sezaryen doğum süreçleri var. Yani sezaryen ile doğum günümüzde ‘normal olmayan bir doğum değil’ o da bir doğum yöntemi artık. Bu bizim dilimizde algısal bir yanlışlığa yol açıyor ister istemez. Günümüzde sezaryen operasyonu, bir bakıma modern yaşamın, modernizasyonun bir sonucu. Bu bir yenilik değil, doğal yolla doğum dışında anormal olmayan ikinci bir yol. Yani bebek buradan da çıkabilir, şuradan da… temel sorun, bebeğin sağlıklı bir biçimde anne karnından çıkabilmesi.

Esas sorun, bebeğini neresinden doğurması gerektiğini anneye ve doktoruna dikte etmek. Tavsiye etmek, önermek, eğitim çalışması yapmak, istatiksel verilerle dikkat çekmenin ötesinde bir şey bu durum. ‘Hayır, sen böyle değil, şöyle doğuracaksın!’ buyruğu. Tehlikeli olan hem anne hem de onu kollamaya çalışan doktor, ebe vb. gibi yardımcılarının baskı altına alınması.

Embriyo spekülasyonu

Geniş çaplı bir araştırmada dünyadaki kadın jinekologların, dörtte üçünün kendi bebeklerini sezaryenle doğurdukları veya doğurttukları istatistiği, sizin de kafanızı karıştırmıyor mu biraz? Kadının içine yerleşen bir embriyonun akıbeti üzerinde bu kadar spekülasyon fazla değil mi? Bir bebeği dünyaya getirmek isteyen ya da istemeyen kutsal bedenlere ve ruhlarına biraz daha saygılı olmamız gerekmiyor mu sizce de?

Yasak meyveyi yiyip günah işlediler diye cennetten kovulduğu andan itibaren, erkeklerin neredeyse yan gelip yattığı ayların ardından, bizi binbir eziyetle dünyaya getiren, emek, zahmet veren kadınlarımıza bu baskı, bu cefa niye? 10. çocuğuna hamile, doğum kontrolünden bihaber ya da tecavüzcüsünün kadrine uğramış kızlara, kadınlara ‘madem yedin bu haltı, o halde doğur bakalım’ dayatması niye? Yahut cinselliğinin baharında pek çok şeyden bihaber sevişen genç kadınların, istemeden hamile kaldıktan sonra görecekleri muameleye ne demeli? Peki, kadınları bu günaha sürükleyen, şeytanın dışındaki diğer suç ortağı erkeklere ne demeli?

Nasıl bir yasal düzenleme var ki, konuya dahil olmuş olanların sadece birinden hesap sorma, yargılama, bedenlerine, ruhlarına, kişisel kararlarına acımasızca müdahale hakkını mümkün kılıyor, onların aklından geçenlere hiç kulak asmadan üstelik?

Yoksa, ta yaradılışta, en ağır haliyle cezalandırılmayı hak edecek kadar günahkâr mı kadınlar sahiden?