Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) ile Türkiye Cumhuriyeti Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (ÇŞB) arasında imzalanan teknik iş birliği anlaşması kapsamında gerçekleştirilen “Jeotermal Kaynakların Kümülatif Etki Değerlendirmesi Raporu” yayınlandı [1].

Bu projenin amacı ne?

Bu proje ile “Türkiye'de mevcut ve planlanan jeotermal faaliyetler (jeotermal elektrik santrali, seracılık, turizm, kent ısıtması vb.) ile, diğer faaliyetlerin (temel endüstriyel faaliyetler, tarım ve turizm faaliyetleri vb.) bölgesel bazda çevresel, sosyal ve sosyoekonomik kümülatif etkilerinin değerlendirilmesi, aynı zamanda jeotermal kaynakların sürdürülebilir kullanımına dair stratejik planlarının geliştirilmesine destek olunması, mevzuat süreçlerinin etkinleştirilmesi, çevresel ve sosyal politikaların geliştirilmesi ve uygulanmasına yardımcı olunması” amaçlanmıştır.

Araştırma hangi bölgede yapıldı?

Jeotermal aktivitelerin en yaygın ve yöre halkının çevresel konularda en hassas olduğu Aydın, Denizli ve Manisa bölgelerinde gerçekleştirildi.

Jeotermal kaynaklarla ilgili olarak hazırlanan ve Ağustos 2020 de yayınlanan  “Taslak Kümülatif Etki Değerlendirme Raporu”nu 01.09.2020 tarihli yazıyla irdelenmiştim [2].

Raporda neler açıklandı?

Rapor 575 sayfa. Bugün sadece sonuç bölümünü aynen sizlerle paylaşacağım. Daha sonraki zamanlarda her bir konu ile ilgili ayrı ayrı değerlendirmeleri yazacağım.

Jeotermal enerji santrallerinin hiçbir zararı yok diyenlerin okumasını rica ediyorum.

Hava Kalitesi

Hava emisyonlarına ilişkin mevcut durum değerlendirmesinde temel olarak, jeotermal enerji santrallerinde buhar içerisinde bulunan ve atmosfere salınan yoğuşmayan gazlar (NCG - non condensable gases CO2 , H2S, CH4, NH3, N2, H2 vb.) ve SO2, PM ve NO2 gibi emisyonlarına ilişkin proje bölgesinde gerçekleştirilen ölçümler değerlendirilmiştir. Elde edilen verilere göre, JES tesislerinden, dolaylı ve eser miktarda salınan SO2, PM ve NO2 kirleticilerinin hava kalitesi açısından ihmal edilebilir seviyede olduğu görülmüştür. Ancak, jeotermal kaynak kullanımında ortaya çıkan NCG’ler– hava kalitesi üzerinde olumsuz etkiler yaratabilirler. Bu emisyonlar, benzer şekilde, diğer endüstri ve faaliyetlerden de kaynaklanabilecek emisyonlardır olduğundan, matris değerlendirmesi, JES tesisleri ve diğer endüstrilerin hava kalitesine benzer miktarda katkı sağlayabileceğini göstermiştir. Jeotermal kaynak kullanım aktiviteleri sonucunda oluşacak NCG emisyonlarının tespiti için tesis sahalarında ve etki alanlarında ölçüm yapılmalı ve kütlesel debiler kontrol edilmelidir. Jeotermal kaynak kullanımı aktiviteler ile diğer endüstri ve faaliyetlerden kaynaklanabilecek hava kalitesi etkilerinin bütünsel bir yaklaşım ile değerlendirilmesi ve önleme çalışmalarının uygulanması oldukça önemlidir. Yapılan değerlendirme neticesinde, hava kalitesinin korunması ve hava emisyonlarının önlenmesine ilişkin yatırım ihtiyacı olduğu ve azaltım önlemlerine ilişkin ileri araştırma gerektiği tespit edilmiştir.

Koku

Proje bölgesinde ve yakın çevresinde gerçekleştirilen saha gözlemlerinde, tesislerin yoğun olduğu bölgelerde; tesis etki alanlarında ve tesis içlerinde H2S gazından kaynaklanan bir koku (çürük yumurta kokusu) mevcut olduğu tespit edilmiştir. H2S, JES tesislerinde, NCG emisyonları içinde yer alan gazlardan biridir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), koku rahatsızlığının oluşmaması için, H2S gazının havadaki konsantrasyonunun 30 dakikalık ortalamada 7 μg/m3 ’ü geçmemesini önermektedir. H2S emisyonları için düzenleyici kurumlarca gerçekleştirilen ölçümler incelendiğinde, ilgili yönetmelikçe belirlenen sınır değerlerin aşılmadığı gözlenmiştir. Ancak, ölçülen değerler, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), koku rahatsızlığının oluşmaması için önerdiği değerin üstündedir. Matris değerlendirmesine göre, koku parametresinin “Yüksek” bir etkiye sahip olduğu görülmüştür. Bu etkinin ana nedeni H2S emisyonlarıdır. Jeotermal faaliyetlerin yansıra, diğer endüstri ve aktivitelerden kaynaklı koku emisyonları da bulunmaktadır. Örneğin, proje bölgesinde yer alan zeytin işleme tesisleri de benzer koku problemlerine sebep olabilmektedir. Ancak, bu faaliyetlerin koku etkisinin orta düzeyde olduğu değerlendirilmiştir. Koku emisyonlarına katkıda bulunabilecek diğer bazı faaliyetler ve kaynaklar, atık alanları, arıtma tesisleri, atık sular, atıksu ile kirlenmiş yerüstü suları olarak sıralanabilir. Diğer endüstri ve tarımsal faaliyetlerin koku emisyonlarına etkileri sınırlı olmakla birlikte, artan sayıda jeotermal kaynak kullanımı faaliyetleri ile birlikte düşünüldüğünde, özellikle tesislerin kesişim bölgelerinde yerel halk üzerinde olumsuz bir kümülatif etki oluşturacaktır. Yapılan değerlendirmelerde, “koku bileşeni” parametresi, jeotermal kaynak kullanım faaliyetlerinden dolayı ortaya çıkan emisyonların salımının engellenmesi mümkün olduğundan, büyük oranda önlem alınabilir bir parametre olarak değerlendirilmiştir. H2S giderimine yönelik yatırım ihtiyacı mevcuttur.

İklim değişikliği

JES tesislerinde, atmosfere bırakılan yoğuşmayan gazların yoğunluğunun yaklaşık %98-99’unu CO2 gazı oluşturmaktadır. Dünya genelinde, karbon ayak izi değerlendirildiğinde, elektrik üretim faaliyetleri, CO2 emisyonlarının ana kaynağını oluşturmaktadır. JES tesislerinden kaynaklanan NCG emisyonları için, önlem alınması durumunda, Yaşam Döngüsü Analizi (Life Cycle Assessment- LCA) sonuçlarına göre, çevresel karbon ayak izinin, diğer elektrik üretim santrallerine göre düşük çıktığı görülmektedir. Jeotermal kaynaklardan enerji üretimi neticesinde ortaya çıkan CO2, sera ya da kuru buz üretimi gibi entegre uygulamalarda değerlendirilebilmekte, ya da tekrar rezervuara enjekte edilebilmektedir. Dolayısı ile kümülatif açıdan bakıldığında potansiyel olumsuz etkilerin bu uygulamalarla azaltılabileceği göz ardı edilmemelidir. Ancak, NCG’ler herhangi bir önlem alınmadan direkt olarak atmosfere salındığı için, sera gazı emisyonu kategorisinde yer almaları nedeniyle iklim değişikliğini arttıracaktır. Gerekli önlemler alınırsa telafi edilebilir bir etkidir. NCG‘lerin giderimine yönelik ileri araştırma ve yatırım ihtiyacı mevcuttur. Ayrıca, JES tesislerine ait üretim kuyularında yer alan susturucu (silincer) üzerinden ve su soğutmalı soğutma kuleleri üzerinden buhar çıkışları olmaktadır. Bu su buharının mikro-klimaya etkisine dair somut veri ortaya konulamamıştır. Ancak, incelenen bölgelerde bazı su yapılarının (baraj ve göletler) olduğu görülmektedir. Hem su yapılarının hem de JES’lerin bulunduğu alanlarda (Germencik gibi) buharlaşma değerlerinin daha yüksek olduğu görülmektedir. Bu nedenle, proje alanında hem JES’lerin hem de su yapılarının ürettikleri su buharına ilişkin düzenli ve sistematik ölçümlerin alınması önemlidir. İklim değişikliğinin etkilerinin tarımsal üretimde çok etkili olduğu bilinmekte olup enerji üretimi ile birlikte tarımsal üretimin de planlı şekilde yapılması önem arz etmektedir. Yapılacak jeotermal enerji santralleri çalışmalarında meteorolojik parametrelerin değişimlerinin izlenebilmesi için bölgede santral büyüklüğü esas alınarak Otomatik Meteoroloji Gözlem İstasyonu kurulması önerilmektedir.

Yerüstü/Yeraltı suyu kalitesi

Su kütlelerindeki kalite değişimi incelendiğinde her iki nehir havzasında su kalitesinin, membadan mansaba doğru düştüğü bilinmektedir. Su kaynakları açısından, Büyük Menderes Havzasında risk olmayan bir bölge yok denecek kadar azdır ve su kütleleri yoğun olarak yüksek-orta risk derecelendirmesine sahiptir. Gediz Nehir Havzasında nehirlerin ve nehri besleyen çayların kirlilik durumu göz önüne alındığında havzanın memba bölgesi dışında neredeyse tüm nehir ve çaylar noktasal ve yayılı kirleticilerin baskısı altındadır. Hidromorfolojik baskı Gediz Nehri üzerinde yoğunlaşmışken, etki durumu haritası kirleticilerin yoğun olduğu sanayi, kentleşme ve atık sahalarıyla ilişkilidir. Jeotermal akışkan, jeotermal kaynağın özelliklerine bağlı olarak, yüksek sıcaklık, düşük pH ve ağır metal içeriği ile karakterize edilmektedir. Jeotermal akışkan bölgede yüksek bor (B) içeriğine sahiptir. Elde edilen verilere göre, bazı jeotermal sahalarda hem yerüstü hem yeraltı sularında yüksek B konsantrasyonu saptanmıştır. Bu kesimlerde toprakta da B konsantrasyonu artmıştır. Tesislerin, yeraltından çekilen tüm jeotermal akışkanı re-enjekte etmemeleri durumunda, atık su deşarj kalitesi, alıcı ortam deşarj limitlerine uymalıdır. Gediz ve Büyük Menderes Nehir Havzaları, Ege Bölgesinde önemli yerleşim alanları, tarım ve sanayi bölgeleri ile birlikte kültür ve turizm açısından önemli birçok faktörün aynı etkileşim altında bulunduğu yerlerdendir. Bu nedenle, nüfus yoğunluğu, hassas alanlar ve tarımsal faaliyetler ile birlikte su kaynaklarının planlanması, yönetimi ve kullanımı konusunda doğal yaşam alanları ve ekosistemler de göz önünde bulundurularak, bütüncül havza yönetimi sağlayacak çalışmalar son zamanlarda oldukça önem kazanmıştır. Kümülatif etki kapsamında tarımsal, kentsel ve endüstriyel deşarjlar içerdikleri kirleticiler açısından oldukça büyük etkiler oluşturmaktadır. Nüfus, faaliyetlerin çeşitliliği, yayılımı ve sayısı göz önünde bulundurulduğunda, etkilerin oldukça büyük boyutlara ulaşabileceği belirlenmiştir. Alınacak önlemler ve denetimler ile koşullar iyileştirilebilir ve mevcut durum telafi edilebilir. Bu kapsamda raporda ayrıntılı olarak verilmiş olan azaltım önlemlerinin uygulanması önem taşımaktadır. Jeotermal akışkanlarda yüksek ağır metal konsantrasyonu bulunması ve akışkanın re-enjekte edilememesi durumunda, alıcı ortama deşarj edilmeden önce uygun bir arıtma tesisinin inşası ve işletilmesi gerekmektedir. Ayrıca, alandaki jeotermal kaynaklardaki bazı toksik elementlerin uygun geri kazanım teknolojileri ile ekonomiye kazandırılması mümkündür. Ek olarak, SYGM tarafından Büyük Menderes Nehir Havza Yönetim Planı (BMNHYP) ve Gediz Nehir Havza Yönetim Planı (GNHYP) kapsamında sektörlere bağlı olarak belirlemiş oldukları tedbirlerin de kısa zamanda hayata geçirilmesi önem taşımaktadır.

Toprak kalitesi

Toprak kirlenmesine neden olabilecek kaynakların en belirgin olanları arasında; yeraltı depolama tanklarından oluşan sızmalar, tarımsal aktiviteler için pestisit uygulamaları (hastalık ve zararlılarla mücadele için bilinçsiz ve aşırı tarım ilacının kullanımı), petrol ve yakıt dökülmeleri, kirlenmiş suların yeraltı tabakalarına sızması, düzenli depolama tesislerinin sızıntı suları, endüstriyel atıkların doğrudan toprağa atılması, gübreleme, maden işletmeciliği, yaş ve kuru çökelme mekanizmaları ile organik ve inorganik kökenli hava kirleticileri sayılabilir. Jeotermal akışkanın tarımsal üretim için zararlı olabilecek maddeler içermeleri sebebiyle, jeotermal akışkanın kontrolsüz olarak yüzeysel su kaynaklarına deşarjı durumunda yerüstü ve yeraltı sularında kirlenmelerle, bu su kaynaklarının sulama amaçlı kullanılması durumunda ise toprak kalitesini olumsuz etkileyecek kirlenmelerle karşılaşılması mümkündür. Uygulamada rastlanacak yanlış deşarj yöntemleri ile jeotermal akışkanın ilgili mevzuata aykırı biçimde tarımsal sulama amaçlı kullanılan su kaynaklarına deşarj edilmesi halk sağlığı için tehlike oluşturmasının yanında, bölgenin öne çıkan tarımsal ürünlerinin üretimini de olumsuz etkileyebilmekte ve toprak kalitesinin bozulmasına neden olabilmektedir. Tarımsal üretimdeki ve su kaynaklarındaki kirlilik sorununun önlenmesi, düzenli kontrol ve ölçmelerin yapılması ve çıkan analiz sonuçlarına göre hem suların tarım amaçlı kullanılıp kullanılmaması konusunda hem de kirletici kaynakların engellenmesi hususunda gerekli adımların ivedilikle atılması ile mümkün olabilir. Toprağın doğal yapısını değiştirebilecek diğer bir faktör ise her türlü yanma (konut, endüstri, araç kaynaklı) prosesinden dolayı ortaya çıkan karbondioksit, azot dioksit, kükürt dioksit gibi gazların havadaki su buharı ile birleşerek asit damlacıklarına dönüşmesi, asit damlacıklarınınsa yağışlarla yeryüzüne inmesi sonucu asit yağmurları oluşturmasıdır. Bu nedenle havadaki gaz kirleticilerine ilişkin konsantrasyonların düzenli olarak ölçülmesi aynı zamanda toprak kalitesi için de kritik öneme sahip bir önlemdir. Hava kalitesini bozan gaz kirleticileri, ikincil etki olarak yağış yoluyla yerüstü suyu ve toprakta yaş ya da kuru çökelmeler oluşturarak yetiştirilen bitkilerde ve toprakta kirletici bir etkinin oluşmasına da neden olabilmektedir. Kirleticiler ile yüklü yağmurlar ayrıca hem su kaynaklarında hem de toprakta olumsuz pH değişiklikleri meydana getirebilir. Topraktaki pH değişikliği ise, bazı bileşenlerin (ağır metaller, vd.) serbest hale geçmesine ve toprağın doğal yapısının bozulmasına, kalitesinin düşmesine neden olabilir. Bu nedenle hava kalitesini belirleyen yasal düzenlemelerde, sadece hava kalitesine ilişkin doğrudan etkileri değil, toprak kalitesine olan ikincil etkileri de dikkate alınmalıdır. Sulama maksatlı kullanılan yeraltı ve yerüstü sularının kirlenmesi jeotermal arazi gelişimleri sonucunda da olabilmektedir. Eğer akışkan nehir ya da akarsuya deşarj edilirse kirlenme doğrudan oluşur. Öte yandan kirlenme dolaylı olarak yeraltı suyunun ya da yerüstü sularının kirlenmesi şeklinde de olabilir. Bu yüzden tüm akışkan tamamıyla re-enjekte edilse bile, kirleticiler yerüstü sularından yeraltı suları sistemine geçiş ya da gaz salımı gibi ikincil etkiler sebebiyle ortaya çıkabilirler. Yeraltı suyu kirlenmesi atıksu ya da akışkanın re-enjeksiyonu boyunca ya da kuyu deşarjı ve sondaj sıvısı için havuzlarda tutulan suyun sızması sonucu gerçekleşebilir. Bu suların kaynak olarak kullanılması kirleticilerin yerüstüne çıkmasına ve kirleticilerin su ve toprakta çökelme yoluyla konsantrasyonlarının arttırmasına ve kalitelerinin bozulmasına neden olabilir. Toprak bileşenine ilişkin gerçekleştirilen matris değerlendirmesine göre proje bölgesinin toprak kalitesine JES tesislerinin etkisinin “orta”, diğer aktivitelerin ise “yüksek” seviyede olduğu görülmüştür.

Gürültü

Gürültü bileşeni açısından, JES tesislerine ait ÇED Raporlarından elde edilen modelleme ve ölçüm sonuçları değerlendirildiğinde, sondaj aşamasında gürültü seviyesi, şantiye alanı için verilen mevzuat değerini zaman zaman aştığı, inşaat aşamalarında genel olarak gürültü seviyesinin, mevzuat değerine uygun olduğu ancak sınır değerlerin aşıldığı örneklerin mevcut olduğu, işletme aşamasında ise genel olarak gürültü seviyesinin mevzuat değerine uygun olduğu ancak bazı yerleşim alanları için sınır değerlerin aşıldığı görülmüştür. Proje alanında, jeotermal kaynak kullanımı faaliyetleri sonucu oluşabilecek gürültünün önem derecesi matris çalışmasına göre “orta” olarak değerlendirilmiştir. Diğer endüstri ve faaliyetlerin de gürültü seviyelerine katkısı da “orta” olarak değerlendirilmiştir. Bununla birlikte, gürültü bileşeni açısından kümülatif bir etki söz konusu olması düşük bir olasılığa sahiptir. Gürültü kaynakları arasındaki mesafeler kümülatif bir etkinin oluşumunu engellemektedir. Bu nedenle, farklı tesislere ait gürültü kaynaklarının birbirinden bağımsız gürültü kaynakları olduğu değerlendirilmiştir. Bununla birlikte, özellikle sondaj aşamasında yüksek gürültünün oluşması ve diğer gürültü kaynaklarına yakın mesafede olunması durumunda, kümülatif bir etkiden söz edilebilir. Gürültü oluşumunun tamamen engellenmesi pratik ve ekonomik olarak mümkün olmamakla birlikte, gerekli azaltım önlemleri alındığında büyük oranda önlem alınabilir bir çevresel bileşen olduğu, bu yönüyle kümülatif bir etkinin oluşmasının engellenebileceği değerlendirilmiştir.

Flora& Fauna ve Biyoçeşitlilik

Jeotermal kaynak kullanım faaliyetlerinin, bölgede flora, fauna ve biyo-çeşitliliğe olumsuz bir etkisinin olması mümkündür. Özellikle planlama aşamalarında yer seçimi vb. önlemler ile matris değerlendirme parametrelerinin ağırlıkları düşürülerek nihai etki azaltılabilir. Tesislerin flora & fauna üzerine etkileri ve alınması gereken önlemler ulusal mevzuat kapsamında ÇED sürecinde proje spesifik olarak değerlendirilmektedir. Proje bölgesinde yer alan korunan alanların ve JES tesislerinin gösterildiği CBS haritalarına göre, araştırma bölgesinde yer alan JES tesisleri, tabiat koruma alanları, milli park, SİT alanları, sulak alanlar vb. korunan alanların içerisinde ve yakın çevresinde yer almamakla birlikte bu konular yetkili idarelerde ÇED sürecince ele alınmaktadır. JES tesislerinin jeotermal kaynağın bulunduğu noktada değerlendirilmesi gereken bir kaynak olması nedeni ile flora ve fauna üzerine etkisi olması muhtemeldir. Gerçekleştirilen matris değerlendirmesine göre, flora-fauna bileşeni için kümülatif önem, “orta” düzey olarak değerlendirilmiş olmakla birlikte, diğer endüstri ve faaliyetlerin yoğun olduğu bölgelerde yüksek bir kümülatif etki gözlenmesi mümkündür. Yer seçimi vb. önlemler sayesinde, flora, fauna ve biyo-çeşitlilik üzerindeki etki kısmen önlem alınabilir olarak değerlendirilmiştir.

Arkeolojik sit alanları

Proje bölgesinde yer alan bazı JES tesislerine, 5-10 kilometre mesafede arkeolojik sit alanları (Alaşehir, Salihli, Sultanhisar, Sarayköy, Kuyucak gibi) bulunmaktadır. Bazı alanlarda aynı zamanda doğal jeotermal kaynaklarda yer almaktadır. Hem bu alandaki kaynakların hem de arkeolojik sitlerin korunması için bütünleşik projelerin yapılması önemlidir. Jeotermal kaynak kullanım projeleri, kaynağın olduğu noktada gerçekleştirilmesi gereken projeler olduğundan, kültürel alanlar üzerindeki etkinin minimize edilmesi ya da giderilmesi için özellikle planlama aşamalarında yer seçimi vb. önlemler ile matris değerlendirme parametrelerinin ağırlıkları düşürülerek nihai etki azaltılabilir. Kümülatif önem, “orta” düzey olarak değerlendirilmiş olmakla birlikte, diğer endüstri ve faaliyetlerin yoğun olduğu bölgelerde yüksek bir kümülatif etki gözlenmesi mümkündür.

Tarım

Jeotermal akışkan içinde yüksek konsantrasyonlarda bulunmaları durumunda bitkilerde toksik etki yaratabilecek ve çevresel kirlenmelere sebebiyet verebilecek öncelikle bor (B) ve cıva (Hg), flor (F), lityum (Li), ve arsenik (As) gibi bileşenlerin var olması, jeotermal enerji üretimi ile ilişkili tarımsal üretimde şikâyetlerin çoğalmasına neden olmaktadır. Proje sahasında karşılaşılan şikayetlere bakıldığında, şikayetlerin ağırlıklı olarak yetiştirilen ağaç ve asmaların yanması, kuruması ve ölmesi sebebiyle bitki sayısı ve alan kayıplarına veya ürünlerde verim ve kalite düşüklüklerine sebebiyet vermesi ile ilgili olduğu görülmektedir. Bu nedenle öncelikle proje bölgesi içinde yer alan Aydın, Manisa ve Denizli illerinde yetiştirilen ve gerek bu bölgeler için gerekse ülke için ekonomik sosyal ve stratejik öneme sahip tarım ürünlerindeki rakamsal değişimler detaylı bir şekilde incelenmiştir. Bahsi geçen tarımsal ürünler; Toplam Ağaç Sayısı, Üretim Alanı, Üretim Miktarı ve Verimlilik parametrelerine göre, son 10 yıllık rakamlar açısından değerlendirilmiştir. İncelenen parametreler açısından bazı düşmeler tespit edilmiş olsa da büyük oranlarda artışların da var olması, tek başına sorunları jeotermal kaynak kullanımı ile ilişkilendirmeyi zorlaştırmaktadır. İncelenen her ürünün, her bölgede her parametre açısından gösterdiği değişikliklerin sebeplerinin net olarak bilinebilmesi için gerekli bilgi ve veriyi sağlayacak araştırmaların olmaması hangi değişikliğin hangi nedenden olduğu sorusuna net cevap vermeyi de zorlaştırmaktadır. Bu açıdan bakıldığında saha ziyaretleri sırasında görülen bazı kuruma ve yanma şeklinde etkilenmiş alanların ciddi ve uzun gözlem, ölçüm ve analizler yapılmadan direkt jeotermal enerji üretiminden kaynaklandığını söylemek bu aşamada mümkün gözükmemektedir. Öte yandan, bitkilerin tolere edebileceği oranlarda olması durumunda önemli ve yararlı bir element olan borun, bitkilerde toksisite yaratacak düzeylere çıkması halinde bitkilerin büyümesini ve verimliliğini olumsuz etkileyebildiğine dair birçok bilimsel yayın bulunmaktadır. Aynı şekilde bor ve diğer elementlerin bitkiler için toksisite oluşturması ve etkilerinin bitki, toprak, su üzerinde yoğun bir şekilde görünür olması için uzun sürelerin geçmesi gerektiği de bilinmektedir. Bu nedenle, halihazırda tam olarak tespit edilmemiş olan bor veya diğer ağır metallerinin doğal kaynaklarda muhtemel birikiminin ve olumsuz etkilerinin belli bir zaman sonra çok daha yaygın bir şekilde ortaya çıkması muhtemeldir. Bu olası kümülatif durumu göz önüne alarak, ilgili yerlerde mutlaka düzenli toprak ve su örneklerinin alınması, ölçümlerin ve analizlerinin yapılması, bölgeye dair veri tabanlarının oluşturulması ve olumlu olumsuz bütün değişimlere ışık tutacak akademik araştırmaların yaygınlaştırılması önem arz etmektedir.

Depremsellik

Yapılan değerlendirmede, jeotermal enerji üretimi öncesi (arama/sondaj) ve üretimi sırasında oluşan deprem aktivitesi karşılaştırıldığında hem Büyük Menderes hem de Gediz Grabeninde jeotermal akışkanın üretim ve re-enjekte edilmesi sonucu, ilgili santral ve çevresinde küçük büyüklükte sismik hareketlerin olduğu ortaya konmuştur. Karşılaştırma sonuçları çerçevesinde uyarılmış sismisite değerlerinin insanlar tarafından hissedilemeyecek derecede düşük olduğu görülmüştür. Ancak her ne kadar düşük şiddetli bir aktivite olsa da jeotermal kaynaklı depremsellik, mevcut tektonik yapıya etkisi çerçevesinde negatif bir etki olarak değerlendirilmektedir. Bu kapsamda gerçekleştirilen matris değerlendirmesinde, JES tesislerinin ve diğer aktivitelerin depremsellik üzerine etkisinin aynı seviyede olacağı (orta) kabul edilmiştir. Bu nedenle rezervuarın fiziksel ve kimyasal parametreleri ve bunu oluşturan formasyonların kayaç dayanımına bağlı olarak üretim ve reenjeksiyon değerlerinin yüksek bir sismisiteye neden olmayacak şekilde belirlenmesi gerekir. Aksi durumlarda gerek jeotermal akışkanın çekimi sırasında zamanla azalan rezervuar içi basınç koşulları nedeniyle ve gerekse reenjeksiyon sırasında rezervuara geri basılan akışkanların sistemde oluşturduğu farklı sıcaklık-basınç değişimleri ile çevre halkı rahatsız edecek düzeyde, kayaçlarda mikro-sismik aktiviteler gerçekleşebilecektir. Bu kapsamda, santral sahaları çevresinde sismik hareketlerin izlenmesine yönelik sistemler kurulmasında ve bu sistemlerden alınan verilerin online olarak izlenmesinde (traffic light system gibi) yarar vardır. Bunun için hem arama hem de üretim sahalarında, sürekli ve uzun süreli mikro-sismisite verilerinin kaydedilmesi, herhangi bir anomali ile karşılaşıldığında ise önlem alınması gerekmektedir. Bunun yanında, Türkiye’deki jeotermal kuyuların önemli bir bölümü gelecekte deprem üretmesi beklenen fay zonlarından üretim yapmaktadır. Bu nedenle, jeotermal sahalar içinde kurulacak tesislerin yer seçiminde, yer bilimsel kriterler göz önünde bulundurulmalı ve bu tesisler diri fay zonlarının yüzey faylanması tehlikesi kuşağı dışında kurulmalıdır.

Çökme

Çökme başlığı altında jeotermal kaynaklar ve diğer endüstriyel aktivitelerin neden olabileceği kalıcı yüzey deformasyonu değerlendirilmiştir. Çökme, yeraltında, özellikle gözenek basıncında ortaya çıkan değişimler sonucu gözlenebilir. Yüzeyde kalıcı bir deformasyon oluşturması nedeni ile etki türü negatiftir. Kontrolsüz üretim sahalarında karşılaşılması olası bir durumdur. Yeraltının fiziksel özelliklerinin zamana yayılmış biçimde ve uzun vadede değişimi ile gerçekleşir. Üretim bölgesi ile sınırlı alanda gerçekleşebilecek deformasyon kalıcı hasara yol açar. Yüzeyde bulunan, konut, yol vb., yapılar bu çökmeden olumsuz biçimde etkilenir. Çökme özellikle tarımsal alanlarda yaygın olarak görülebilmektedir. Yeraltı suyu kütlelerinin yüzeye, görece daha yakın olmaları nedeni ile, yapılan hatalı uygulamalar bahsi geçen negatif etkiye yol açmaktadır. Fakat, proje kapsamındaki araştırma alanlarında çökmeler ile ilgili veriler yoktur. Sonuç olarak, Türkiye’deki jeotermal faaliyetler sonucunda meydana gelen zemin çökmelerini belirlemek için uydu görüntüsü ve/veya benzeri uzaktan algılama teknikleri ile sahada direkt izleme ölçümlerinin yapılması ve bu çökme miktarlarının yakın yerleşimlere olan etkisinin değerlendirilme önerilmektedir. Bu kapsamda, günümüzde uzaktan algılama teknikleriyle milimetrik düzeyde düşey yer değiştirme ölçümleri yapılabilmektedir. Bunun için, tesis alanına kurulacak olan sabit GPS noktalarının kayıtları ve uydu görüntüleme yöntemleriyle alansal çökme miktarının değişimi 3 ayda bir izlenecek şekilde kayıt altına alınmalıdır.

Havza ve Rezervuar Durumu

Havza kavramı hem yeraltı hem de yerüstü suları açısından son derece önemlidir. Proje sahasının içinde yer aldığı Ege Bölgesindeki kaynaklar genellikle Paleozoyik mermer-kireçtaşı-dolomit özelliğindeki temel birimler ve havza dolgularından beslenmektedir. Jeolojik birimlerdeki kalsit (CaCO3) çözünmesi hidrotermal süreçler sonucunda gerçekleşmekte ve jeolojik ortamda kabuklaşma oluşmasına sebep olmaktadır. Türkiye’deki jeotermal kaynaklarda bu nedenle yüksek CO2 konsantrasyonları saptanmıştır. Jeotermal sahalarda CO2’nin yarattığı en önemli sorun, rezervuardan sıvı üretimi sırasında kuyularda ve yüzey ekipmanlarında oluşturduğu kabuk birikimidir. Oluşturduğu kabuk problemine rağmen, üretim aşamasında basınç değişimleri ile rezervuarda CO2 bulunması basınç dengesini sağladığı için enerji üretimi için yararlıdır. Ancak hem Büyük Menderes hem de Gediz Grabeninde son zamanlarda, kuyularda CO2 değerlerinin zamanla düşmeye başladığı gözlenmiştir. Jeotermal rezervuar geometrisi ve büyüklüğüne bağlı olarak değerlerde düşmeler devam etmektedir. Daha küçük boyutlardaki rezervuarlarda (Kuyucak-Salihli vb.) CO2 düşüşü %33-34 seviyelerindeyken büyük rezervuarlarda (Kızıldere vb.) bu oran %12-22 seviyelerinde gerçekleşmektedir. Genel olarak, yılda CO2 düşüşü %12 ile %57 arasında değişmektedir. Bunun sebebinin rezervuarın bütüncül olarak ele alınmaması ve bazı reenjeksiyon işlemlerinin aynı rezervuara re-enjekte edilmemesi olduğu düşünülmektedir. Gerçekleştirilen matris değerlendirmesinde, bölgedeki JES tesisleri ve diğer tesislerin havza ve rezervuar kalitesine etkisinin “yüksek” olduğu tespit edilmiştir. Bu kapsamda, enerji elde edilecek alanlardaki sondaj verilerinin detaylı bir şekilde irdelenmesi, jeolojik kavramsal modellerin doğru olarak ortaya konması ve buna yönelik olarak bütüncül rezervuar modellerinin yapılması son derece önemlidir.

Hem Büyük Menderes hem de Gediz havzalarında jeotermal potansiyelle yönelik bütüncül bir rezervuar modeli yapılmamıştır. Bazı jeotermal enerji santralleri yalnızca bulundukları alana ilişkin rezervuar modelleri yapmışlardır. Ancak bu modeller lokal ölçekte kalmaktadır. Bütüncül modeller için öncelikle detaylı jeolojik ve hidrojeolojik kavramsal modellerin oluşturulması ve buna bağlı olarak sınır koşullarının iyi tanımlanması gerekir. Buna ek olarak alandaki tüm kuyuların fiziksel özellikleri, litolojik, hidrojeolojik ve hidrolik parametrelerine ihtiyaç duyulmaktadır. Söz konusu iki havzanın da bütüncül rezervuarına ilişkin numerik modeller yapılmadığı için buradaki enerji potansiyeli ile ilişkin öngörü yapılamamaktadır. Bu da hem mevcut olan santrallerin ömrü hem de yapılması planlanan santrallerin etkisini anlamada belirsizlikler oluşturmaktadır.

Proje sahasında bazı jeotermal sahalarda kontrolsüz üretim ve re-enjeksiyon, jeotermal basınç düşüşü ve buna bağlı olarak sistemde soğuk su girişi ile sonuçlanmıştır. Doğal beslenme, re-enjeksiyon ve üretim üçgeninde yaratılan dengesizlik, ilk önce basınç düşüşü, sonra su kimyasında seyrelme-derişme ve daha sonra ısınmasoğuma şeklinde kendini gösterir. İyi korunan bir rezervuarda doğal beslenme + re-enjeksiyon ikilisi, rezervuar başlangıç üretim parametrelerinde farklılaşmaya neden olmamalıdır. Jeotermal kaynakların daha verimli kullanılmasını sağlamak, ancak yapılacak testlerle rezervuar parametrelerini doğru izlemekle mümkündür. Tesis tarafından yapılacak izlemelerle sahanın potansiyeli doğru olarak ortaya konulabileceği gibi, rezervuar davranışlarının önceden kestirilmesi, gerekli önlemlerin zamanında alınması, sahanın kullanım ömrünün ve potansiyelinin uzun vadeye yayılmasını sağlayacaktır.

Jeodinamik süreçler sonucu oluşan jeotermal kaynaklardan daha etkin ve verimli olarak yararlanılması ve sürdürülebilirliğin sağlanması için ruhsatlandırmanın, kaynağın özellikleri ve rezervuar bütünlüğü gözetilerek yapılmasının uygun olacağı, mevcut yasal mevzuata göre ruhsatlandırılan ve aynı rezervuardan ya da bitişik ruhsatlarda üretim durumundaki alanlarda, üretimin birbirini etkilemesi sorununun çözümlenememesi nedeniyle, yapılacak düzenleme ile arama ya da işletme ruhsatlarında; küçük ruhsatların büyük ruhsatlara anlaşmalı olarak deviri veya ortak olarak işletilmesi, büyük ruhsatlarda ise öncelik hakkı gözetilerek hak sahipleri arasında ortaklık veya anlaşmalı devir çözümleri sağlanmasının desteklemesi, veya kaynağın etkin, verimli, sürdürülebilir kullanımı ve yatırım önceliği göz önüne alınarak, aynı kullanım amacına yönelik (elektrik, ısıtma, termal) konsorsiyum, ortaklık ya da ortak işletme şirketi aracılığıyla çözümlenmesi gerekir.

Havza yönetimi planlaması kapsamında bir yerleşimde kurulabilecek maksimum santral sayısı için bir limit oluşturulması gerekmektedir. Daha geniş arazi edinimi gerektiren santral ve işletme ofis alanlarının yer seçimlerinde sosyal etkenler göz önünde bulundurulmalıdır. Santral alanlarından kaynaklı gürültü, koku, buhar gibi şikâyetlerin engellenmesi ve gerekli teknik önlemlerin alınması için azaltım önlemlerinin dikkate alınması ve Ar-Ge çalışmalarının yapılması son derece önemlidir.

Çevresel ve sosyal etkilerin en aza indirilebilmesi ve sürdürülebilir kaynak kullanımı için teknolojik iyileştirme ve doğru uygulamaların yapılması kilit konumdadır. Rezervuarı korumak için re-enjeksiyon işleminin kuyu derinliğinin olması gereken doğru seviyelerde yapılması ve acil durum havuzlarının kapasitesinin arttırılması gibi iyileştirmeler teknik ve çevresel açıdan riskleri minimize edecektir. Ek olarak, santrale giriş hatlarına geçişten önce konumlandırılacak vanalar ve ekstra çekilecek hatlar ile, santralin trip etmesi halinde akışkanın vana üzerinden Susturucu (Silencer) Savak'a veya yakınsa, santrale ait acil durum toplama havuzlarına yönlendirilebilir.

Toplumsal kabul ve algı

Kümülatif etki değerlendirmesi kapsamında yapılan çalıştaylar, odak grup görüşmeleri ve derinlemesine görüşmeler, jeotermal enerji yatırımlarından etkilenen halkın yatırımların olumsuz çevresel ve sosyal etkilerinden şikayetçi olduğunu göstermiştir. Jeotermal yatırımların istenmeyen olumsuz etkileri arasında çevresel faktörler (hava kirliliği, koku, su kirliliği, toprak kirliliği vb.), ekonomik faktörler (tarımsal üretimin azalmasını, yatırımların yerele ekonomik katkısının kısıtlı olması vb.), sosyal faktörler (arazi üzerine baskı, yaşam kalitesinin düşmesi, kültürel değişim vb.) sayılabilir. Etkisi hemen hissedilen direkt olumsuzluklar ise genel olarak sondaj ve test aşamalarında yaşanan kazalar, sıcak su deşarjları ve kokudur. Bu nedenle kuyu açma ve re-enjeksiyon ile ilgili mevzuatın geliştirilmesi, rezervuar yönetim planı çerçevesinde yatırımların planlaması ve uygulanmasının gerekliliği dile getirilmiştir. Halkın tepkisine neden olan olguların, uygulama hatalarından kaynaklandığı bu nedenle de sektöre olan güvenin sarsılmış olduğu dolayısıyla da toplumsal kabul üzerinde olumsuz etki yarattığı anlaşılmaktadır.

Toplumsal kabulün negatif veya pozitif anlamda oluşması uzun süreçlerde gerçekleşir. Bunu ortaya koymak amacıyla yapmış olduğumuz medya analizi; özellikle 2009 yılından bu yana yükselen tepkiler jeotermal enerji uygulamalarının toplumdaki olumsuz algısını ortaya koymakta ve ulusal bir gündem maddesi ve muhalefet konusu haline geldiğini göstermektedir. Bu nedenle kümülatif değerlendirmede toplumsal kabul ve algı değişkeninin etkisinin “negatif”, “direkt” ve şiddetinin de “yüksek” olduğu değerlendirmesi yapılmıştır.

Firmaların hali hazırda yürüttüğü sosyal sorumluluk projelerinin, yerel halk üzerinde olumlu etki yarattığı ve toplumsal kabul açısından da önemli olduğu belirtilmelidir. Öte yandan halkın faydalandığı bu hizmetlerin, uygulamalardan kaynaklanan sosyal ve ekonomik yaşam üzerindeki olumsuzluklar ile de gölgelenmemesi toplumsal kabulün sürdürülebilirliği için önemlidir.

İşletmelerin sahada bir halkla ilişkiler ve çevre uzmanı istihdam etmesi, bu uzman ile yerel paydaşlarla düzenli iletişimin sağlanması ve yapılan istişare ve görüşmelerin kayıt altına alınması firmalara olan güvenin sağlanması, arttırılması ve pekiştirilmesi için önemlidir.

Halk sağlığı

Değerlendirme, 2009-2019 yılları arasında, Manisa, Denizli ve Aydın illerinde, jeotermal kaynakların yoğun olduğu ve proje kapsamına alınan Alaşehir, Sarayköy ve Germencik ilçelerinde, jeotermal kaynakları enerji üretimi amaçlı kullanan tesislerin bulunduğu bölgelerdeki il, ilçe, mahalle boyutunda sağlık göstergeleri üzerinden yapılmıştır. Verilerin toplanma yılları, süreleri, noktaları vb. ortak olmadığı; hepsinde il, ilçe ve mahalle düzeyinde verilere ulaşılamadığı; jeotermal kaynaklar ve/veya enerji üretimi amaçlı kullana tesislerin sağlık etkilerine özel hastalık verileri olmadığı ve bunları sağlamak için yapılmış saha çalışması sonuçları bulunamadığı için jeotermal kaynakların insan sağlığı üzerindeki etkileri KED analizine gerçek anlamda yansıtılamamıştır.

Halk sağlığı kümülatif etki değerlendirme çalışmasında bu raporda kullanılan “matris değerlendirmesi’ yöntemi kullanılmamıştır.

Bunun nedenleri;

-Jeotermal kaynakların ticari amaçlı kullanımı ile ilişkilendirilen ve kesin kanıt olarak, kanıt havuzunda yer alan çalışmalar yok denecek kadar azdır.  

-Doğal jeotermal kaynakların bölgelere göre değişen içeriklerinde bulunan her bir parametrenin, yeryüzüne çıkarılma aşaması ve kullanımı sürecinde çevreye, çevre sağlığına, birey ve toplum sağlığına etkileri, tek tek değerlendirilmelidir.

-Tek tek değerlendirmenin yanında, birbiri ile her türlü etkileşimleri, etkileşime yol açan çevresel faktörler açısından da değerlendirilmelidir.

-Hassasiyet haritalarının en üst katmanı olması gereken “sağlık”; sağlık göstergeleri il, ilçe ve mahalle boyutunda istenen düzeyde elde edilemediği için çevresel veriler ile oluşturulabilen CBS sonuç haritalarına ve matris değerlendirmesine yansıtılamamışlardır.

-Sosyal bileşen olarak sağlığın değeri tüm saha çalışmalarında hissedilmiştir. Ancak, öne sürülen sağlık etki adı ve düzeyine ilişkin herhangi bir resmî belge katılımcılar ve/veya resmi kurum/kuruluşlarca beyan edilmemiştir.

-Sağlık alanında etik ve kişisel bilgilerin korunmasına ilişkin düzenlemeler doğrultusunda, Sağlık Bakanlığı ve Türkiye İstatistik Kurumu verileri esas alınmalıdır. Henüz, her iki kurum tarafından” jeotermal enerji tesisleri ve sağlık etkilerine yönelik, kullanıma açık, veri raporu yayınlanmamıştır.

Jeotermal kaynaklarının insan sağlığı üzerindeki pozitif etkilerine yönelik literatürde yayınlanmış çok sayıda çalışma bulunmaktadır. Ancak, jeotermal enerji santrallerinin sağlık üzerindeki negatif etkilerine yönelik somut çalışmalar son derece azdır. Proje sahasında yöre halkı ve bazı kuruluşlar tarafından jeotermalin sağlık üzerine etkisi konusunda ifadeler dile getirilmiştir. Ancak, yapılan çalışmalarda buna ilişkin somut verilere ulaşılmamıştır. Jeotermal kaynak kullanımının insan sağlığı üzerindeki etkilerinin yapılacak detaylı çalışmalar ile incelenmesi gerekmektedir.

Bu raporla ilgili değerlendirmelerimiz devam edecek…

 

[1] http://jeotermaletki.com/Upload/files/%C3%87%C5%9EB-EBRD%20Jeotermal%20KED%20Raporu%20Nihai%20Aral%C4%B1k%202020.pdf

[2] https://www.aydinpost.com/jeotermal-kaynaklarla-ilgili-hazirlanan-taslak-kumulatif-etki-degerlendirme-raporunun-irdelenmesi-1-makale,3529.html