Önce tarihi bir yanılgıyı tashih edelim... Osmanlı Devleti ile İran arasında 17 Mayıs 1639'da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması ile tesis edilen sınırın, o günden bu yana 373 yıldır değişmemesinin en önemli nedeni, sanıldığı gibi iki ülke arasında tesis edilen güçlü dostluk ve kardeşlik değildir. Tarihin öne çıkardığı şartlar bir bakıma bunu zorunlu kılmıştır.

Yoksa ne Osmanlı Devleti İran'ı severdi, ne de İran, Türklere karşı tarih boyunca samimi duygular içindeydi. İran'daki Şiilik inancı, sünni dünyanın önde gelen ülkesi Osmanlı Devleti ile dini rekabeti beraberinde getirdiği gibi, bölge hakimiyetine yönelik siyasi hesaplar da samimi dostluğun önünde ciddi bir engeldi. Bu nedenle Osmanlı Devleti ile İran arasında çok çetin savaşlar oldu.

Osmanlı Devleti Don-Volga Kanal Projesi'ni hayata geçirip Karadeniz'den Hazar Denizi'ne açılabilseydi, İran'ın arkasından dolaşmak suretiyle bu sorunu kökten çözme gibi bir stratejisi de vardı.

Öyleyse ne oldu da, yaklaşık 400 yıldır Türkiye ile İran arasındaki sınır hiç değişmedi sorusu akla gelebilir. Bu sorunun cevabı oldukça basittir aslında.

Şöyle ki;

İnsanlık tarihi boyunca dünya ekonomisinde büyük yeri olan ipek ve baharat yolu İran üzerinden geçip Akdeniz limanlarına ulaşıyor, oradan tüm Akdeniz havzası ülkelerine ve Kıta Avrupası'nın derinliklerine kadar ulaşıp, başta gıda ve ticari emtia olmak üzere büyük bir lojistik imkanı sağlıyordu. Bu ticari koridor tüm zamanlar boyunca eski dünyanın can damarı durumundaydı.

Osmanlı Devleti Akdenize tamamen hakim olduktan sonra, Avrupalılar ticari gemilerini Akdeniz'de güven içinde dolaştıramaz hale geldiler. Barbaros Hayrettin Paşa ve Turgut Reis gibi denizciler de Akdeniz'in denetimini kontrollerine aldılar.

Avrupalıların Doğu Akdeniz limanlarına ulaşıp Avrupa'ya mal sevkiyatı yapamamaları çok ciddi sıkıntılara neden oldu. Alternatif yol arayışlarına girdiler. Sonunda Afrika'nın en ucundan dolaşıp Hindistan limanlarına ulaşma imkanı buldular. Adına da zaten onun için Ümit Burnu dediler.

Asya'nın derinliklerinden gelip İran üzerinden Doğu Akdeniz'e ulaşan ticaret yolları İran'ın da, Doğu Akdeniz'e tamamen hakim olan Osmanlı Devleti'nin de ekonomisini oldukça canlı tutuyordu. Bu canlı ekonomi iki devleti de oldukça güçlü kılıyordu. Güçlü orduya sahip bu zengin ülkelerin kendi aralarında yaptığı savaşlar da, Çaldıran Savaşı'nda olduğu gibi oldukça can yakıcı oluyordu.

Fakat Avrupalılar Akdeniz'de yapamaz hale geldikleri ticareti Atlantik üzerinden Hindistan su yolu koridoruna kaydırınca, Akdeniz'de ticaret çöktü.

Amerika'nın keşfi ile Avrupa'ya yüklü miktarda altın gibi değerli madenler de taşınınca, İran ve Osmanlı'nın ekonomisi hızla zayıfladı ve güç kaybetmeye başladı.

Osmanlı Devleti Doğu Akdeniz'deki ticareti canlandırmak için Fransızlara kapitülasyan verirken, Basra Körfezi'ne kurduğu donanma ile de Hindistan yolu üzerinde Avrupa'dan gelen gemileri durdurmayı amaçladı. Hatta bu konudaki başarızlık, ünlü Osmanlı denizcisi Piri Reis'in idam edilmesine neden oldu.

Sözün kısası şu:

Yaklaşık 400 yıldır iki ülke arasındaki sınırın değişmemesinde en önemli faktör kalıcı ve samimi dostluk değil, iki ülkenin Osmanlı'nın son döneminde birbiri ile savaşacak kadar ekonomik gücünün kalmaması ve son 100 yılda değişen dünya dengelerinin de buna meydan vermemesidir.

Son 30 yılda oynanan en büyük oyunlardan biri de, bölgenin iki güçlü ülkesi Türkiye ve İran'ı savaştırmak suretiyle güçlerini tüketmesini sağlamaktır. Bu oyun şu ana kadar tutmamıştır.

Vatikan arşivlerinde, İran şahlarının Papa'ya gönderdiği çok sayıda mektup görmek mümkündür. Her birinde, "Siz Batı'dan, biz Doğu'dan Osmanlı Devleti'ni iki ateş arasına alıp ortadan kaldıralım" teklifleri vardır.

İran'da yaygın olan takiyye inancı, diplomasilerinde de öne çıkan husustur. Dedikleri ile yaptıklarının uyuşmaması onlarda erdemsizlik gibi algılanan bir durum değildir. Bunu çok rahat ikili ilişkilerine yansıtmaktadırlar. Bu nedenle İran'a kesinlikle sınırsız bir şekilde güvenilmemeli, temkin payı asla gözden uzak tutulmamalıdır.

Arşivdeki araştırmalarımız sırasında ilginç belgelere de şahit olduk. Osmanlı Devleti komşusu İran'a karşı devamla surette temkinli yaklaşmış ve Şiîliği yayma eğilimi içinde bulunan bu ülkeye karşı hassasiyetini sürekli muhafaza etmiştir. Osmanlı Devleti'nin bu konudaki hassasiyetini iyi bilen İranlılar, bu konuda daha kurnazca bir yaklaşım sergilemişler, planlı evlilik ilişkileri yoluyla bu düşüncelerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır.

Bunu fark eden Osmanlı Devleti, 1915 yılının Ağustos ayında yayınladığı bir genelge ile, Osmanlı vatandaşı Müslim ve gayrimüslim kadınların İran tebeasından olanlarla evlenmelerini yasaklamıştır.

Osmanlı Devleti'nin Kanuni zamanından beri İranlılarla yaptığı anlaşmalarda öne sürdüğü öncelikli şart, Hz. Peygamber'in en yakın kader arkadaşları Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e sövüp sayılmaması (Şeyheyne seb' ve şetm' edilmemesi) hükmü olmuştur. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e bunu yapanların, şimdiki idarecilerimize içten sevgi besleyebileceklerini düşünmek de gerçekçi olmaz.

Başbakan Erdoğan'a yakın isimlerden Yalçın Akdoğan'ın dün gazetemizde yayınlanan, "İran'a bir haller oluyor..." başlıklı yazısını geç kalmış, ama yerinde bir yazı olarak görüyorum.

Milli Görüş'e yakın isimlerde, hatta hükümetin bazı üyelerinde, en tedirgin edici unsur olarak da bazı İslami kesimlerde yaygın olan İran sempatizanlığının ülkenin başına bir iş açmasından hep endişe duymuşumdur.

Bu nedenle, İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Seyit Hasan Firuzabadi'nin "Sırada Türkiye var" sözlerinden ve İran Meclisi Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu üyesi Kazım Celali'nin kimi açıklamalarından memnun olduğumu ifade edebilirim. İran'ın Türkiye'ye yönelik gerçek niyetini ifşa ettikleri için kendilerine teşekkür bile edebiliriz.

Bakarsınız, İranlı yetkililerin tehdit kokan sözleri, İran'a ne kadar güvenilebileceği konusunda Ankara'nın hesapları yeniden gözden geçirmesine ve bu ülke ile daha dengeli ilişki geliştirilmesine yardımcı olur.

Vardır her işte bir hayır.

Osman Özsoy - Yenişafak