Bir gazetecinin, düzelteyim, bir “kadın” gazetecinin başına gelebilecek en güzel şey bence bu. Buluşmadan önce en yakın arkadaşlarım Selin’i, Ceyda’yı, İrep’i şu soruyu sormak suretiyle delirtmekse tuzu biberi: “Dünyanın en yakışıklı adamıyla röportaja gidiyorum, ne sorayım?” Hepsi bildi cevabı, o ayrı.

Ama “Brad Pitt mi” dedikten sonraki kıskançlıktan çatlama efektli sevimli sıfat yakıştırmalarını yazamıyorum! Brad Pitt’le Türkiye’de geçen Cuma gösterime giren Hayat Ağacı adlı film dolayısıyla; Cannes’da buluştuk. O kadar tatlı ve espriliydi ki...

Ağzımdan nasıl çıktığını hâlâ anlamadığım “Kırışıklarınızı kapatmak için mi o gözlükleri taktınız” sorusuna önce kahkaha atıp, sonra gözlerini kısıp dik dik bakarak “Hayır, uzağı artık iyi göremiyorum, yaşlanıyorum” diyecek kadar! Yanında Angelina yok. Onunla ilgili soru sormak da yok. Aman olmasın zaten!

Türkiye’den sadece ben varım, dünyanın çeşitli yerlerinden birileri daha vardı. Gittim, dibine kadar çektim sandalyemi! Ve o gün karar verdim. Kaş, göz, boy pos hatta poz, hiçbirinin önemi yok. Erkeği erkek yapan, karizmasıdır.

Not: Bana bu anlamlı röportajı ayarlayıp o günden beri kimseleri beğenmememe sebep olan Fida Film’e ve Murat Akdilek’e teşekkür ederim.

Bu film sizin hayat ağacınız mı; filmle birlikte hayatın gizemini de çözdünüz mü? Hıristiyan bir ortamda doğup büyüdüm. Bu ortamla hep mücadele ettim. Neticede din, içinde yaşayıp halletmen gereken bir şey. Sorularımın cevabınıysa hiçbir zaman tam anlamıyla alamadım, bulamadım. Hayatın daimi olmadığını anladığımız zaman, bilmek değil ama anlamak farklıdır, bir gün öleceğimizi bilmek gibi, sevdiklerimizin bizden önce gitme ihtimalinin olması gibi... Bilinmeyenin gerçekliği huzur veriyor bana. Benim hayat ağacım, bilinmeyen gerçeğin verdiği huzurla kaplı.

Fight Club (Dövüş Kulübü), Seven (Yedi), Curious Case of Benjamin Button (Benjamin Button’un Tuhaf Hikâyesi) ve Inglourious Basterds (Soysuzlar Çetesi). Hepsini çok sevdim. Hepsinde sanki başka bir Brad Pitt vardı. Ama bu kez farklı. Yani bu film diğerleri gibi değil. Bir kere film gibi değil, başka bir şey. Eleştirmenler de şaşkın. Size de öyle geldi mi? Şöyle farklı bir durum var... Bu filmde kendimi diğer örneklerde olduğu gibi başrolde hissetmiyorum. Büyük oğlum daha önemli bir karakter mesela. “Hayat Ağacı” daha deneysel bir film. Senaryoyu, anlatılanı bir oyuncu olarak tümüyle içinde yaşamak zor olabilir. Yapılması gereken kendinden bir şey arayıp bulmak, izleyici de bunu yapsın! Yani ben bunu yaptım ve buldum. Ama dediğin gibi bu alıştığımız tarzda bir film değil, sadece anne, baba ve oğuldan değil, filmdeki olağanüstü efektlerden de kendine bir şey çıkarabilirsin.

Peki bu karmaşık, yeni denenen görüntü efektleri, bir de üzerine ne yaptığını bilmeyen, iyi biri mi kötü biri mi bunu bile anlayamadığımız babayı “oynamak”... (İlk sözcüğü özellikle vurgulu söylüyor...) Daha karmaşık bir karakter sadece. Yaşadığı yerde sıkışmış kalmış bir baba. Ne yapacağını kendi bile bilmiyor ve bu yüzden kendini sevmiyor. Benim harika bir babam vardı, kendimi çocuk değil birey olarak hissetmemde katkısı çoktur. Buradan bakınca bildiğim bir rol diyemem ama mutlaka herkesle herkes arasında bir benzerlik olur. Yaşadığın çevreden bir şey olabilir. En karmaşık rolde bile mutlaka kendinden bir şey bulursun. Bu oyuncu için önemlidir.

Film Bay O’Brien’ı sadece sert ve kötü göstermiyor. Onun ailesini gerçekten sevdiğine de inanıyoruz, çelişkilerini görüyoruz. Ama yine de gerçek hayatta olmak isteyebileceğimiz biri değil O’Brien. O’Brien, ailesini çok derinden seven ama otoriter beklentilerinden vazgeçemeyen, derinlerde gizli öfkesi olan bir adam. Bunları çocuklarına aktarmak isterken çelikten bir gücü olması gerektirdiğine inanmış. 1950’ler Amerika için önemli yıllar. Güç dengeleri, din, endüstriyel gelişim. O güne kadar aldıklardan çocuklarına ne kadar verebilirsin? Çevren seni besliyor mu yoksa zehirliyor mu? Cevaplarını bulacağım derken mutsuz bir karakter çıkıyor ortaya, kötü değil mutsuz. Gerçek hayata dönersek, doğruyu bulacağım diye kıvranırken sevdiklerimize zarar veriyoruz bazen. Bırak hayat aksın. Bence en doğrusu onlara kendi gerçeklerini bulmaları için fırsat vermek sanki. Sadece çocuklar değil herkes için geçerli, onlar sevgimizden emin olan insanlar, kırılmaya en yakın olanlar.

Gerçek hayatta uygulayabiliyor musunuz bu dediklerinizi? Çok bilinçliyim, en azından filmdeki O’Brien’dan daha çok. İlk baba olduğumda, kendimi babamın beni uyutmak için yaptığı gösterileri yaparken buldum. Çocuklarım için ne istiyorum biliyor musun? Her ne istiyorlarsa onu olmalarını... Bunun ne olduğu umurumda bile değil, çünkü insan en çok bundan mutlu olur.

‘Herkes gibi bir aileyiz’

Normal bir baba mısınız? Bir babayım; dünyanın her yerindeki benzerleri gibi. Evdeki herkes güvende olmalı ve ben bunu bilmeliyim. Zaman artık onların eve sağ salim gelip gelmemeleriyle ilgili bir kavram. Bir şeyi en iyi şekilde yapabilmek için diğerlerinden vazgeçmen gerekiyor. Ben de bunu yapıyorum. Kameraların onların suratına doğrultulmasını sevmiyorum ama buna rağmen, mesela dünyayı onlarla dolaşmak en keyif aldığım şey. Diğer kültürleri tanımalarının eğitimlerinin önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum. Herkes gibi bir aileyiz aslında. Pancake şurubu yere dökülür, biri gelir üstüne basar. Normal bir hayatım var, evet.

Filmde 25 yaşında bir adamı oynuyorsunuz. Görünüşe göre insanlar sizin film de olsa genç halinizi, bir de üstüne bunu 48 yaş deneyimiyle yapmanızı çok sevmiş. Başarıyla canlandırdığınız Benjamin Button karakteri, iki film sonra gerçek olmuş belli ki! Peki ya gerçek hayat? Hâlâ çok hoşsunuz ama kendinizi kaç yaşında hissediyorsunuz? Mesela kırışıklarınızı gizlemek için mi renkli gözlük takıyorsunuz? Sandığından da kötü! Bu gözlükleri takıyorum çünkü artık iyi göremiyorum.

Yani moda yaşatmak amacıyla değil, bildiğimiz numaralı gözlük yani... Kesinlikle ve maalesef. Soru neydi? Ha hatırladım. Gerçek hayatta Benjamin Button değilim, olmak da istemiyorum. Yüzümde sürekli artan çizgileri, gençlerin nece konuştuğunu anlamamayı seviyorum. Geç baba oldum biliyorsun. Olgunken daha mı iyi anlaşılıyor tüm bu duygular bilmiyorum ama gerçekten baba olmak dünyanın en güzel şeyi.

Eşiniz gibi hayır işlerinde sıkça görüyoruz sizi. Hoşuma gidiyor. İyi bir şey yaptığımda büyük ikramiye kazanmışım gibi seviniyorum. Bunu tek başıma yapmıyorum, bu yüzden çok şanslıyım. Çok ülke gezdim, bir sürü trajediye tanık oldum. İnsanların sahip olduğu bolluğu, zenginliği paylaşması lazım. Ve biraz klişe olacak ama bir kişinin yaptığını küçümsememek lazım, bir kişi bir kişidir. Bu yüzden “çok” hissediyorum kendimi.

HAYAT AĞACI

1950’lerdeki orta Batılı bir ailenin hikâyesi. Gökdelenlerden, Teksaslı bir ailenin arka bahçesine, aynı zamanda dünyada yaşamın başlangıcından evrenin sonuna uzanan, neyin doğru, neyin ebedi olduğunu sorgulayan bir hikâye. Film, en büyük oğulları Jack’in, çocukluk masumiyetinden buruk yetişkinlik çağına geçişinde babasıyla (Brad Pitt) olan karmaşık ilişkisini yoluna sokma çabasını anlatıyor. Jack (olgunluk halini Sean Penn’in oynadığı) modern dünyada kaybolmuş bir kişilik. Hayatını, babasının öfkesinin onda uyandırdıklarını, annesinin sevgisini, kardeşinin ölümünü sorguluyor. Filmin kuşkusuz en çok tartışılan kısmı hayal gücünden çıkma kaotik görsel sahneler. Film, 14 milyar yıl önce evrenin, 4.5 milyar yıl önce Dünya’nın oluşumunu; ilk tek hücreli yaşam formlarını; 160 milyon yıl boyunca dinozorların en dominant ve kompleks varlıklar olarak var olduğu zamanı; evrenin mutlak kader odaklı milyarlarca yılını gözler önüne seriyor.

JESSİCA CHASTAIN-Filmin kadın başrol oyuncusu

‘Hızlı konuşuyoruz çünkü birinin sözümüzü keseceğinden korkuyoruz.’

Filmde Brad Pitt’in karısını canlandıran Jessica Chastain’le de biraraya geldik. Chastain ailesini korumak için sessiz ama güçlü duruş sergileyen Bayan O’Brien rolünde. Oyuncu, çekimlerden önce kendine Malick Filmleri Festivali düzenlemiş. “Hepsini kronolojik sırayla izledim ve ‘Bu adamı sevdim’ dedim. İşlerinde doğayla ruh arasında bir bağ var ve keşfedişinden çok etkilendim. Birer insan mıyız yoksa değişiklik geçirmiş ruhani varlıklar mı?” Oyuncu, 30’ların 40’ların filmlerini izlemiş, özellikle Lauren Bacall filmlerini. “Eskiden konuşma dili farklıymış, hızlı konuşuyoruz çünkü birinin sözümüzü keseceğinden korkuyoruz.”

Film zaten yeterince gizem dolu. Ama bir kelebek sahnesi var ki, inanılmaz. Çünkü senaryoda yok, doğal olarak kareye giriyor. Malick hep der, sıra dışı işler güzel kazalara sebep olabilir. Hayatımda gördüğüm en güzel kelebekti. Hemen kayda girdik. Tamamen doğaçlama oldu. Kelebek de iyi oyuncu çıktı!

Ama filmin sonunda adı yazmadı. Aaaaa evet, unuttular sanırım, çok kötü!  

'Anti-mükemmeliyetçi yönetmen'

Filmin senaryosunu da yazan Amerikalı yönetmen Terrence Malick, filmleri ve meslek hayatı gibi kendisi de ilginç biri. 36 yılda çektiği beş filmle, Cannes’da en iyi yönetmen ödülü aldığı Days of Heaven’dan (Cennet Günleri) 32, Altın Ayı’yı kucakladığı Red Thin Line’dan (İnce Kırmızı Hat) 13 yıl sonra, 64. Cannes Film Festivali’nde Hayat Ağacı ile yeniden Altın Palmiye’ye uzandı. Otoritelerin gözünde ayrı bir yere sahip olan yönetmen, bu film üzerinde yıllardır çalışıyordu. Ama göz önünde olmaktan hoşlanmadığı için filminin basın toplantısına bile katılmadı. Bitmeyen sorular üzerine filmin yapımcısı da olan Brad Pitt yönetmeni “Bir sanatçı tüccar olmamalı” diyerek destekledi. “Nasıl bir insandır merak ediyoruz. Güler mi, ağlar mı, yemek yer mi” sorularına karşılık olarak “Banyo yapıyor, onu biliyorum” diyerek konuyu kapatmıştı. Brad Pitt’i bulmuşken “Nasıl biridir Malick” diye bir kez daha sorduk...

“Hayatta tanıyabileceğiniz en alçakgönüllü insan diyebilirim. Tanrıyla sağlam bir ilişki kurduğunu düşünüyorum. Ama kiliseler kadar doğayı da seviyor. Ve bilimi... O Tanrı’yı bilimin içinde, bilimi Tanrı’nın içinde görüyor. Çok özel biri. Alıştığımızdan farklı bir film doğru ama o da öyle! Film çekimleri zordur. Herkes aynı yönde yürür, her yer ışık ve kamera doludur. Malick öyle değil, ışıklardan gözün kamaşmaz, bir tane kamera vardır. Yardımcı oyuncular istediğini giyer. Yoldan geçen film çekildiğini bile anlamaz. Anti mükemmeliyetçi, onu anlatan kelime bu. Normalde yaptığım şeyle ilgili tartışmaktan utanırım ama onunla tartışmak bile normal bir şey. Onun ‘Neden’ demesi çok rahatsız etmiyor. Bir de unutmamalı ki yönetmenler tüm karakterlerini sever, yoksa filme koymaz.” HABERTÜRK