Bugün seçmenin en önemli beklentisi daha iyi yaşamak. Nimetlere kendi değer yargıları üzerinden ulaşmak için AK Parti'ye oy veriyor. Yeni tüketiciler dünyası hayırlı olsun
 
Satır arası...
 
12 Haziran seçimleri iki dönemdir tek başına iktidar olan Ak Parti'nin oylarını arttırarak yoluna devam etmesi sonucunu doğurması nedeniyle Türk siyasi tarihinde ezber bozan bir niteliğe kavuştu. Seçim sonrasında nasıl bir anayasa yapılacağı ve Kürt meselesinde ne gibi adımlar atılacağı kadar, iktidar partisi ve Başbakan Erdoğan'ın her iki kişiden birinin oyunu alma başarısının arkasında yatan nedenleri irdeliyoruz günlerdir. Bu konuyu değerlendirmesi için Maltepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve AB Bölümü'nden siyaset bilimci Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün ile görüştük. Öğün'ün Türk siyasetinin yeni dönemi ve Kürt sorununa ilişkin değerlendirmelerini ise yarın yayınlayacağız.
 
Ak Parti'nin seçimden yüzde 50'ye yakın bir oy oranıyla çıkmasının ardında yatan nedenleri Türkiye'de siyasal sistemi ve muhafazakar ideolojiyi iyi bilen isimlerden siyaset bilimci Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün'e sorduk.
- 12 Haziran seçimlerinin sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sonuçları önceden belli olan, heyecan düzeyi oldukça düşük bir seçim idrak ettik. 
- Ak PARTİ nin yoksul bölgelerden de çok oy almasını nasıl açıklıyorsunuz?
Eskiden siyasetin hikayesi şöyle yazılıyordu: Kısmen bir mutlu azınlık vardı ve kazanıyorlardı, bir de mutsuz bir çoğunluk vardı ve kaybediyorlardı. Fakat 90'lar ve 2000'li yıllarda dünyada siyasetin psiko dinamikleri tuhaf bir dönüşüm geçirdi. Bugün seçmeni ilgilendiren konuların başında 'daha iyi yaşama beklentisi' geliyor. Bu, o beklentiyi güden kişinin o anki toplumsal konumuyla çok bağlantılı değil.
 
AVM'Lİ, MESCİTLİ SİTE
- Ne kastediyorsunuz?
Mesela çok yoksul olabilirsiniz ama yanı başınızdaki komşunuz sizinle aynı yoksulluğu uzun bir süre paylaştıktan sonra sınıf atlamıştır. Bu nedenle, kaybeden de kazanma umudunu sürdürüyor ve kayıpları üzerinden siyaset yaptığınız zaman, sizi duymuyor. Türkiye'de son 8 yıla bakınca harcamalar dünyasında bir patlama var. Dolayısıyla o psiko dinamik işliyor. İnsanlar kaybetmiş olsa dahi, 'Yarın ben daha iyi yaşayacağım' beklentisiyle, gidip yine oyunu 'istikrar' diyen AK Parti'ye veriyor. Oradaki istikrar şudur aslında: 'Ben kaybetmiş olabilirim; ama kazanacağıma dair beklentilerimi hala muhafaza ediyorum'. Önemli olan sadece bu nimetlere ulaşmak değil; bu nimetlere kendi değer yargıları etrafında ulaşmak. Artık, eskisi gibi 'Bir lokma, bir hırka' anlayışı yok. İnsanlar 'Hem tüketen, hem de inanan bir varlık olarak benim gibilerle yaşarım. Biz bir araya gelip içerisinde AVM'si, mescidi, spor salonu olan İslami bir site kurup yaşarız' diyor. AK Parti öyle bir ortalama yakalıyor ki, içerisinde hem bir takım geleneksel veya dinsel değer yargıları; hem de o nimetlerin barışı sağlanmış oluyor.
 
SİYASET POPÜLİZME OTURUYOR
- Bugün siyasette merkez sağ nasıl bir yapı ve nerede duruyor?
Bir politolog olarak sağ ve sol kavramlarına güvenim eksiktir ve kullanmamaya çalışırım. Eskiden 'catch all' dediğimiz; yani bütün cenahlardan oy çekebilme kapasitesi olan, genellikle popülist partilerde gördüğümüz bir şey vardı. Bugün siyaset artık buna oturuyor. Siyasetin ortalamaları var. Bunları karşılayan partiler merkezi dolduruyorlar. AK Parti'nin fakirden yana olmak, seçkinciliğe tepki duymak söylemlerine bakın. Bunlar biraz solumsudur. Ama, bu, AK Parti'yi sol parti yapmıyor. Öteki taraftan belli hassasiyetler konusunda çok muhafazakar, ödünsüzdür. Bu da onu sanki sağ bir parti gibi gösteriyor. Bunlar çok anlamlı değil. 
- CHP ve MHP'de nasıl bir durum var ?
Artık siyasette sağ ve sol yerine siyasal sendromlar var. Bu sendromlar, hassasiyet ve beklentilerden oluşuyor. Siyaset artık siyasal akıl üzerinden değil; siyasal duygular üzerinden işliyor. Merkez sağ tamamen o duyguları işleyerek var olmaya çalışıyor. Merkez sol ise fevkalade bölünmüşlük içerisinde ve küçülmüş hikayelere tutunarak var olmaya çalışan bir özellik gösteriyor. Bunlar, savrulmalar ve belirsizlikler gösteriyor. Seçimlerde ne oldu? AK Parti siyasal bir proje önerdi. Dedi ki 'Anayasayı değiştireceğim, İstanbul'a kanal açacağım.' Diğer partiler ne yaptılar? Yoksulluk edebiyatı yaptılar. Halbuki, bunun artık alıcısı yok! Yani, belki kaybetmişleri biraz rahatlatabilirsiniz; ama onların size oy vereceğine dair garanti çıkaramazsınız. Çünkü böyle bir sol yok artık.
 
5 YILDIZLI OTEL KİMİN HAKKI
- Bunu biraz açabilir misiniz?
Eskiden siyaset üretim üzerinden konuşulurdu; bugünse, tüketim üzerinden konuşuyoruz. Arz etmeye çalıştığım o hassasiyetler ve beklentiler arasındaki o tuhaf alan zaten tüketim olgusuna endekslenmiş vaziyette. Hassasiyet şudur: Kim tüketmek için hak sahibidir? Türkiye'deki laiklik tartışması örneğin. Bir cip görüyorum, içinde bir hanımefendi oturmuş, dekolte bir kıyafet giyiyor, cipin penceresi açık, saçlar sarı salınıyor... Şimdi bu 'Evet, bu cipi böyle bir hanım sürebilir. Onun onu tüketmeye hakkı vardır' görüşünü doğruyor bu bakış içinde. İçine başörtülü bir kadın oturduğu zamansa aykırı bir tutum oluşuyor. Bir takım burjuva değerlere göre tanımlanmış alanlara yeni tüketici grupları kendi kültürel farklılıkları ile birlikte girmeye başladığı zaman, bir tüketim savaşı çıkıyor. Kimin tüketmeye, denize girmeye, kimin beş yıldızlı otelde tatil yapmaya, AVM'lerde tüketmeye hakkı var? Şimdi tüketmeye hakkı olanlar da olmayanlar gibi, adı konmamış bir 'post modern ırkçılık, ayrımcılık' üzerinden yürüyor. İkinci boyutu kimin tam, kimin eksik tüketici olacağı konusunda tüketenler arasında yarış var.
 
YAŞAM TARZLARINDA FARK YOK 
- Bu perspektiften bakınca 12 Haziran seçimi neyi ortaya koydu?
Yeni tüketiciler dünyası hayırlı olsun. Artık bunun geri dönüşü yok. Onlar da tüketecek, onlar da üniversite okuyacak, onlar da cipe binecek, onlar da her türlü tüketim nimetiyle buluşacak. Projeler zaten bunun cazibesini artırmaya dönük bir süreci ifade ediyor. 
Son tahlilde bakarsanız, Türk olmak, Kürt olmak; Müslüman olmak, laik olmak Bunların hiçbir anlamı yok. Çünkü, yaşayış tarzları arasında hassasiyetler ve beklentiler açısından ciddi hiçbir farklılık yok. Bütün mesele o hassasiyetlerin çatışması, o beklentilere ulaşmadaki yarış ve kavga.
 
'Anadolu İstanbul'u yendi' diyebiliriz
- 'Anadolu sermayesi İstanbul sermayesini alt etti' de diyebilir miyiz aynı zamanda?
Evet, son durum odur. Bu yeni tüketici zümresinin kendi hassasiyetleri ve beklentileri üzerinden siyasette ağırlığını koymasının arkasında tabi bir sermaye oluşumu var. İstanbul sermayesi paradan para kazanıyordu. Buna karşın, yeni sermaye oluşumu reel ekonomiden besleniyor ve ayakları daha sağlam yere bastığı için de baskın oluyor. Şimdi yeni bir politik ekonomi şekilleniyor. Orada bu coğrafyanın insanlarının eşya ve türdeşleriyle ilişkilerini gözden geçirmesi gibi bir problem var. Bu henüz çok telaffuz edilmiyor. Ben bunu çok fazla siyasal bir süreç olarak da görmüyorum, bence bu çok sivil bir süreç. Şu an sivil bir toplum yok Türkiye'de, bir siyasal toplum var ve hep sivil gibi gözüken oluşum, bir an evvel siyasete atlayıp; orada bir şeyler yapmak istiyor. Oysa, 'sürdürülebilir bir sivillik' çok önemli. Bir sivil tarih olacaksa, bu, ne banka kasalarından; ne de devlet ofislerinden çıkacaktır. Bu, hayatın içinden çıkacaktır. Onu ne kadar kurabiliyorsak, zaten o kadar başarılı oluruz. Sürdürülebilir bir sivillik diyorum. Yani, para olmadan yaşamayı, iktidarsız bir hayatı ne kadar tasavvur edebiliyoruz? Herkes bunun hesabını yapsın. Maharet, iktidar olmak değil, toplumsal ilişkileri iktidar ilişkilerinden ne kadar arındırdığınızdır.
 
BİR LOKMA, BİR HIRKA FELSEFESİ
- Nasıl oluşur böyle bir oluşum?
Bunun literatürü yok değil, var. 'Bir lokma, bir hırka' demek çok önemli bir şeydir. İktisat dersinde öğrencilere 'insan ihtiyaçları sonsuzdur, ama kaynaklar sınırlıdır' diye öğretiyoruz. İhtiyaçların sınırsız olduğunu nereden çıkardık? Bugün biz, bu ihtiyaçlar gerçekten bizim ihtiyacımız mıdır, onu bilmiyoruz. Bildiğimiz delice bir yarış var. Bir an önce ona ulaşmak ve eksik tüketici olma günahından arınmaya çalışmak.
 
Müslümanlar tüketmeye başladı
-  Seçim sonuçlarından sonra internet medyasında Ak Parti'nin yüzde 50'yi bulmasına tepkili bir kitle olduğu görülüyor. Bu gruplara bakınca, kaçılmak istenen şeyin aslında İslamcılık olduğunu görüyoruz. İslamcılık bugün Türkiye'de nerede duruyor?
Şimdi tabi sorunuzun birçok boyutu var. İslamcılık, evet, var. İslami bir takım talepler var, ama İslamiyet neye göre ve ne kadar var, bunlar tartışmalı. Bugün kendine İslami hayat tarzını seçen büyük bir kitle, İslami yaşayış ile dünya medeniyetinin kendilerine sunduğu nimetleri barıştıran bir yaklaşıma sahip. Bu zihinsel olarak böyle; ama çok sorunlu. Yani, Erol Yarar bir yerde oturuyor; İhsan Eliaçık başka bir yerde oturuyor. Kendi içlerinde de bunu tartışıyorlar ama büyük bir kitlenin bundan son derece rahat olduğunu söyleyebiliriz. Bu iş, ortaya görgüsüzlükle birleşen çok tuhaf, kiç, sakil durumlar çıkarıyor. Sakamet sadece burada yok ki. Din dışı yaşam tarzları içerisinde de sakamet var. Dolayısıyla şimdi bunları kendi içlerinde ilişkili görmek ve nasıl bir hayat süreceğimize dair esastan, sivil bir tartışma yapmak önemli. Şimdi Müslümanlar tüketmeye başladığı için 'Ben kaçmak istiyorum' diyen insanlar varsa; bu 'Ben onları eksiltmeye çalıştım, onlar beni eksiltti' demenin bir başka ifadesidir. Çok çok zavallı bir haldir. Ama hakikaten bu ülkede samimi, inanan insanlar varsa, lütfen Yunus Emre'yi okusunlar! Varlığa sevinmeyen, yokluktan yerinmeyen o Yunus'u bir okusunlar. Eğer Yunus Müslüman'sa ve onun savunduğu hayat İslami hayatsa; burada 'İslami hayat' diye sunulan şeylerin büyük bir çoğunluğu İslam dışıdır. Şimdi insanların tüketim dünyasında tanrı ile kurdukları ilişkiler de çok tüketici ilişkilerdir.
 
MEVLANA HAVLUSU BİLE SATILIYOR
- Tanrıyla tüketici ilişkiler kurmak nasıl bir şey?
Mesela, 'Tanrım bana sağlık ver', 'Bana para ver' diye dua etmek. Aslında pagan bir duadır bu. Bakın, Yunus bunları yapmadı. Eğer inanarak yaşamak buysa, öteki nedir? Ötekinde sorunlar vardır. İnançsızlık diyemem. Böyle demek, hiç kuşkusuz ağır bir şey olur ama çok önemli sorunlar var. Bakın, Mevlana üzerinden bir sanayi kuruldu. Mevlana havluları bile satılıyor. Her türlü kültürel sakalet içerisinde oluyor bunlar. Öyle manzaralar görüyorsunuz ki, Mevlana herhalde mezarında ters dönüyordur onları gördükçe! Öyle bir festival haline getiriyorlar ki, insanlar para kazanıyorlar.
- Bu durumdan kaçınmak için ne yapılmalı?
Tüketim olgusunu da üretim olgusunu da kapitalizmin kodları içerisinde tartışmak. Yani, bu kapitalist dünya ile hesaplaşmayı gerektiriyor. Bu ülkede Müslümanlar kapitalizmle hesaplaşmıyorlar! Tam tersine, çok uyum içerisinde yaşıyorlar. Hesaplaşsalar, Yunus gibi düşünmeye başlayacaklar. O zaman bir takım şeyleri reddedecekler. Bir, iktidar; iki, para olmadan yaşanabilir mi acaba? İktidar ve para kendi aralarında problemlidirler. Dolayısıyla devletten şikayet edip; özgür kapitalizmden dem vuranlara veya devletçiliği özendirmek isteyenlere tuhaf bakıyorum.
 
akşam