Cumhuriyet Bayramını coşkuyla kutladık.

Bu yılki coşkumuz biraz gösteriye dönüştü.

Neden böyle oldu bilmiyorum.

Ama iyi tarafından bakmak istiyorum.

İnşallah kutlamanın coşkusunun sebebi Suriye sınırında bizi tehdit eden terör örgütüne karşı ordumuzun yaptığı Barış pınarı Harekatı'dır diyeceğim ama kutlamalarda buna dair hiç slogan falan duymadık.

Barış Pınarı Harekatı’nın öncesinde ve sonrasında türlü oyunlar oynayan ABD’ye kınamada yoktu.

Seviyesiz bir şekilde ABD'den gönderilen mektupla aşağılanan Cumhurbaşkanımıza sahip çıkma yoktu.

Varsa yoksa içerikten yoksun "Cumhuriyet" vurgusuna şahit olduk.

Öyle anlaşılıyor ki, Cumhuriyet bayramımız da kutuplaşmanın, rovanşist duyguların kışkırtıldığı kutlamalara dönüştü ve metroda kendi halinde dua eden cübbeli sarıklı bir vatandaşımıza yapılan tacizle zirve yaptı.

Bereket versin ki, aklı başında insanlarımızın varlığı bu tacizleri anında bertaraf ediyor.

Öncelikle şunu söylemek isterim.

Cumhuriyet bir yönetim biçimidir.

Abartmaya gerek yok.

İstiklal savaşı sonrası bizde dünyanın gittiği yöne gittik ve kurtarabildiğimiz vatan topraklarımız üzerinde yeni bir devlet kurduk. Yönetim biçimini de Cumhuriyet olarak değiştirdik.

Hasılı, ne İstiklal savaşını Cumhuriyeti kurmak için yaptık ne de Cumhuriyeti ilan ettiğimizde halkımızdan karşı çıkanlar oldu.

Öyle ki, Ankara’ya taşıdığımız meclisimiz bile İstanbul’da kaldığı yerden kanun çıkarmaya devam etti.

Meclis Ankara’ya taşındığında “Nerede kalmıştık” dercesine yasama kurumu görevine başladı.

Yani, sadece yönetimde hanedan olan ailenin yerine Cumhuri yönetim kuruldu.

Ancak, yeni yönetim tarafından alınan kararlar ve uygulamaların toplumda yaptığı altüstlerin verdiği tedirginlikle kurduğumuz cumhuriyet “Tek parti” yönetimiyle 1950’ye kadar Bürokratik cumhuriyet olarak devam etti.

Cumhuriyetimizin cumhurla buluşması ve iradesinin yönetime yansıması 1950 seçimleriyle kısmen gerçekleşti.

Kısmen gerçekleşti çünkü, 1924 Anayasasına seçilmişlerin müdahalesi mümkün değildi.

Seçilenler ise, eldeki anayasaya göre ülkeyi yönetmek zorundaydı.

Ve öyle yönettiler.

Demokrat Parti’nin “Yeter söz Milletindir” prensibi bir türlü hayata geçirilemedi.

Ülkemiz, yetkisini anayasadan alan asker-sivil bürokratlar tarafından yönetilmeye devam edildi.

Seçilmişlerin atanmışlar karşısında yetkisi hep sınırlıydı ve tartışma konusu oldu.

Aradan geçen uzun zamana rağmen, Ak Parti 2001 yılında daha demokrat Türkiye prensibiyle 1950 Demokrat Parti’nin “Yeter Söz Milletindir” prensibine küçük bir ilave yaparak “Yeter söz de karar da Milletindir” sloganıyla meydanlara çıktı.

Şimdi 17 yıllık iktidardan sonra ülkemiz  “Cumhuriyet, Demokrasi ve Adalet” diyerek Cumhuriyet kutlamaları yapıyor.

Doğrusu toplumda cumhuri yönetime karşı tepki gösteren halk yok ama "Nasıl bir Cumhuriyet? sorusuna cevap arayan çok.

Siyaset kurumu birbirlerine " Cumhuriyet ve demokratik" değerlere karşı cumhuriyetçi ve demokrat olmamakla suçlamaktalar.

Anlaşılan odur ki, siyasetçiler muhalefette demokrat ve cumhuriyetçi, iktidarda gücünü istediği gibi kullanma eğiliminde.

“Gizli niyetin” varlığına olan inanç ise toplumda rovanşist duyguların köpürmesine zemin oluşturmakta.

Dileriz ve isteriz ki, siyaset kurumu tehlikeyi farkeder ve çözüm bulur.

Toplumda kutuplaşma devam ederse eğer, seçilmişlerin meşruiyeti hep sorgulanacak ve

ortaya çıkacak gerilimi düşürmek hergün biraz daha zorlaşacak.

*****                                        *****

Aydın merkezde yapılan Cumhuriyet kutlamalarında Aydınpost ekibine yapılan saldırıyı şiddetle kınıyorum.

CHP il Başkanı sayın Ali Çankır’a sesleniyorum.

Çerçioğlu ile ilgili yaptığınız çıkışa benzer bir “ Nezaket Çağrısı ve kınaması” yapmanızı bekliyorum ki; Çerçioğlu üzerinden yaptığınız çağrı “Nezaket Hamallığına” dönüşmesin.

Gerçekten nezaketli siyaset yaptığınıza inanalım.