Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Aydınpost'a abone olun

Aydınpost'a Google News'te abone olun

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Avrupa, adeta Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin kontrolüne girmiş, bu iki büyük gücün desteği olmadan kendi ekonomik ve siyasi sorunlarını çözemeyecek hale gelmişti. İki devlet arasındaki rekabet, uluslararası sistemde iki kutuplu bir yapının doğmasına ve Soğuk Savaş’ın başlamasına neden olmuştu.

Batı dünyası için bir tehdit olarak algılanan SSCB ve ideolojisi komünizme karşı mücadelenin bir sonucu olarak, 4 Nisan 1949’da Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İngiltere ve ABD tarafından imzalanan Washington Antlaşması’yla Soğuk Savaş’ın örgütlü askeri savunma bloğu (North Atlantic Treaty Organization) “Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü” kısa adıyla NATO kurulmuştu. Böylece Batı ittifakı olarak da bilinen bu yapıyla Rusya’yı çevreleme politikası devreye girmişti. SSCB’yi siyasi olarak yalnızlaştırma amacı yanında askeri anlamda da caydırmak için 24 Ekim 1950 yılında Fransız Başbakanı R. Pleven’ın önerisiyle NATO çatısı altında Alman güçleri de dâhil olmak üzere birleşik Avrupa ordusunun kuruluşu kabul edilmişti. 19 Aralık 1950’ye gelindiğinde ise Batı ittifakı askeri örgütü, NATO ile birleştirilerek başkomutanlığına ABD’li General Dwight D. Eisenhower atanmış, barışı koruma ve Avrupa’ya güvenlik getirme karşılığında ABD, ittifakın lideri olarak uluslararası sistemde hegemonyasını arttırma olanağına sahip olmuştu.

Washington Antlaşması’na göre NATO ülkelerine yönelik herhangi bir saldırıya karşı üye ülkeler beraber hareket edecek ve beraber mücadele edeceklerdi. II. Dünya Savaşı sonrasındaki bu bloklaşmada Türkiye, Batı Bloğu içerisinde kendine yer bulmaya çalıştı. Sovyetler Birliği’nin Kars, Ardahan ve Boğazlar üzerinde hak iddia etmesi ve bu yönde Türkiye’den talepte bulunması, NATO’ya katılım konusunu gündeme getirdi. İlk üyelik talebi reddedilen Türkiye, Atlantik ülkelerinin yanında olduğunu göstermek için Kore Savaşı’na asker gönderdi. Böylece askerlerimiz kendisini bir anda hiç ilgisi olmayan bir yerde ve ülkede savaşır buldu.

Bunun sonucunda 20 Eylül 1951’de Ottova’daki Atlantik Konseyi Konferansı’nın son gününde Amerika Birleşik Devletleri’nin, Türkiye ve Yunanistan’ın Atlantik Paktı’na alınmalarına dair teklifi oylayamaya konuldu. Üyelik tartışmaları sırasında Türkiye ve Yunanistan’ın pakta girmesine karşı olan Danimarka, son oturumda bu tavrından vazgeçmiş ve konferansın hukuk uzmanları, her iki ülkeye de gönderilecek davetnameleri ve pakt metnindeki değişiklikleri hazırlamaya başlamışlardı. O tarihte 12 NATO üyesi devletin parlamentolarında onaylanması gereken davetnamelerin hazırlık sürecinde askeri alanda temaslar ve işbirliği başlayacak, Türkiye ve Yunanistan’ın ittifaka kabulünde kurulması planlanan Ortadoğu Komutanlığı’nın mahiyet ve yapısı üzerinde çalışılmaya girişilecekti.

Ottova’da bu gelişmeler olurken Kore’de savaş bütün şiddetiyle devam etmekteydi. Kore cephesinden gelen son haberlere göre Birleşmiş Milletlere ait zırhlı kuvvetler, uçakların himayesi altında büyük ve şiddetli bir taarruza geçmişti. Atlantik Paktı Konseyi, Ottova Beyannamesi’ni onayladıktan sonra Türkiye ve Yunanistan’ın eşit haklara sahip üyeler olarak pakta girişini oy birliği ile kabul etmişti. Amerikan Hükümeti kararı derhal onaylanması için senatoya sevk ederken Türkiye’de de NATO’ya ne kadar kuvvet göndereceğimiz konusu tartışılmaya başlanmış 300 bine varan abartılı rakamlar ortaya atılmıştı.

Başbakan Adnan Menderes, Associated Press, Agence France Presse ve Reuters ajanslarının Ankara temsilcilerine verdiği demeçte: “Türkiye’nin eşit haklara sahip bir üye sıfatıyla Atlantik Paktına kabulü lehinde verilmiş olan karar doğal olarak hükümetimiz tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Bu olumlu gelişmeye, hükümetimizin takip etmekte olduğu ve milli bir politika olarak kamuoyunda kuvvetle desteklemekte olduğu barışçı ve azimli siyasetin bir neticesi olarak bakmak doğru olur. Bu olay demokrasi aleminin ortak güvenlik amacının sağlanması ve bu maksatla dayanışma ve birliğin temini bakımından yeni ve önemli bir adım teşkil etmektedir. Atlantik Paktı camiasında diğer üye devletlerle yapacağı işbirliğinde, dış siyasetimizin esası olan iyi niyet, samimiyet ve ahde vefa esaslarından daima ilham alacaktır.” Açıklamasını yapmış, muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı İsmet İnönü de: “Türkiye’nin Atlantik Paktı’na girmesi dünyada barış ihtimalini attıracak kıymetli bir unsur olabilir. Memleketimizin güvenliği, uluslar arası bir oluşumun kader birliğine katılmış olmak bakımından siyaseten artmıştır denilebilir. Bu itibarla Amerika’nın ve bütün üye devletlerin anlayışına müteşekkiriz. Bundan sonra dünya barışı bakımından vazifelerimiz de artmış oluyor.” demişti.

NATO’ya katılım hakkında yapılan değerlendirmeler genel olarak, Türkiye’nin dış siyasetinde ve uluslar arası ilişkiler tarihinde başlı başına bir hadise olduğu, Avrupa ve Batı demokrasileri camiası içinde layık olduğu yeri aldığı ve tarihi bir dönüm noktası olduğu etrafındaydı. Türkiye bu ittifaka katılmakla Batı devletleriyle iş birliğini kabul etmekte, tecavüz ve savaş ihtimallerine karşı Atlantik’ten Pasifik Okyanusu’na kadar, tarihte benzeri görülmemiş bir savunma çemberi içine girmişti.