Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Aydınpost'a abone olun

Aydınpost'a Google News'te abone olun

Pinaduz köyünde dokuz çocuklu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Nurullah Genç yaşam deneyimlerine dayanarak  "Omuzlarımda Dünya-Hikâyem Hayatımdır” adlı eserini okuyucularıyla buluşturdu. Nurullah Genç, çağın 
gençlerinin her alanda kendini geliştirmesini gerektiğini vurguluyor. İktisat mezunu olan ancak hayatını edebiyat alanıyla tançlandıran Nurullah Genç, "Edebiyat bir milletin dinî, millî, tarihî mefkûresini, fikir dünyasını etkileten en önemli unsurdur. Kimlik oluşturmaya, değerlerin muhafazasına imkân veren önemli bir araçtır.“ diyor.

“Omuzlarımda Dünya-Hikâyem Hayatımdır” isimli otobiyografik eseriniz okurlarıyla buluştu. Tüm hikâyenizi okurlarınızla paylaşma fikri nasıl oluştu ve yazım süreci nasıl gelişim gösterdi?

Aslında yakın zamanda hatıralarımı kaleme almak gibi bir düşüncem yoktu. Hatıralarımı roman şeklinde kaleme almayı düşünüyordum ancak hatırat türünde ya da bu kadar yakın bir zamanda olacağını planlamıyordum. Çünkü roman konusu olabilecek o kadar çok hikâyem var ki. “Omuzlarımda Dünya”yı okuyanlar da görmüştür. Dolayısıyla bu hikâyeleri roman diliyle kaleme almayı tasarlıyordum. Ancak kader-i ilahi bir anda hatıralarımı yaklaşık 350 sayfalık bir kitaba dönüştürme imkânı nasip etti.

Yazım süreci ise şöyle gelişim gösterdi: Nuriye Çakmak Çelik Hanım gzt.com isimli bir internet sitesinde benimle hatıralarım üzerine bir röportaj gerçekleştirmek istediğini söyledi. Önce kitaplarım üzerine bir sohbet olacak düşüncesindeydim ancak hayatım üzerine konuşmak istediklerini söylediklerinde tabii paylaşayım mı paylaşmayayım mı diye biraz tereddüt ettim. Nuriye hanımın bu hikâyeler nesillerimize faydalı olacak ısrarı üzerine kabul ettim ve röportaj gerçekleşti.

Sohbeti yapacağımız yer olarak çok güzel tarihî bir mekân ayarlanmıştı. Oraya vardığımda gördüm ki bu sıradan bir çekim hazırlığı değil; kameralar, kameramanlar ve tüm hazırlıklar tamam. Bazı hikâyelerimi ve hayatım ile ilgili bazı detayları uzun uzun anlattım. Röportajımız sitede yayınlandıktan sonra televizyonda da yayınlandı. Sonrasında tekrar tekrar yayınlanmaya devam etti. Sosyal medyada bir hayli paylaşıldı. Bu röportajdan sonra yolda, lokantada, markette karşılaştığım pek çok insan beni on koyun hikâyemden tanımaya başladı. Bu aslında sosyal kodlamanın ne anlama geldiğini ifade etmek açısından da çok önemli bir örnek. Çoğu kişi ismimi bilmiyordu ama anlattığım on koyun hikâyemden tanıyordu beni.

Bir süre sonra yayıncılar, hatıralarınızı kitaplaştıralım diye aramaya başladılar beni. Ben de onlara henüz böyle bir çalışma yapmayı düşünmediğimi, düşünürsem de hâli hazırda çalışmakta olduğum yayınevimle çalışacağımı belirttim. Buna rağmen ısrarla teklifler gelmeye devam etti. Sonrasında Timaş Yayınları’ndan Osman Okçu Bey aradı ve “Hocam istemediğinizi biliyorum ama hikâyelerinizi kitaplaştırmanın vakti geldi artık.” dedi. Bende kendisine hikâyelerin yer aldığı bir kitap var mı diye soranları, hikâyeleri kitaplaştıralım diye arayanları anlattım ve demek ki zamanı geldi, kitap için gerekli organizasyonları yapalım dedim. Böylelikle süreci başlatmış olduk. Ardından editörüm Kadir Güven Erzurum’a geldi ve bir süre kaldı. O süre zarfında uzun uzun konuştuk. Buna rağmen kitapta yer alan hikâyeler hatıralarımın belki de beşte biri kadardır diyebilirim. Akademik hayatım, danışmanlık hayatım, bürokratik hayatım, Sermaye Piyasası Kurulu ve Merkez Bankasındaki hayatıma dair hatıralar yer almıyor bu eser içerisinde. Sadece okul hayatım ve sair bazı hatıralar var.

Şimdi aldığım geri dönüşleri de görünce isabetli bir karar ve çalışma olduğunu düşünüyorum. Çünkü pek çok insan kitabımı başucu kitabı olarak bellediğini, kitabımın hayatına tesir ettiğini bana mesaj olarak iletti. Amacım da insanlara faydamızın dokunmasıydı. Çünkü bir zararımızın dokunmasındansa susarız daha iyi, konuşacaksak da bunun faydalı olmasını dileriz.



9 Eylül 1960 tarihinde Horasan’ın Pinaduz köyünde dokuz çocuklu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiniz. Sizi kitaplara, edebiyata, yazarlığa yönelten, hazırlayan aile ortamınızdan biraz bahseder misiniz?

Bu fevkalade önem arz eden bir meseledir. Özellikle de ailelerin ders çıkarması gereken bir konudur. Çünkü çocuğunuza okul dönemine kadar vermiş olduğunuz aile içi eğitim onun başarılı ya da başarısız olması hususunda fazlasıyla etkilidir. Aile içindeki ilk yıllar yani yedi yaşına kadar ki zaman ve okula başladıktan sonraki birkaç yıl çocuğun kişiliğinin şekillendiği dönemlerdir. Mizaç dediğimiz doğuştan gelen ve sonradan eklenen özellikler bu yıllarda gelişir ve kişilik bu yıllarda belirginleşmeye başlar. Dolayısıyla bu yıllarda edinilen bilgi etkilenmeler, kişilik üzerinde silinmeyen izler bırakır. Siz bu yıllar içerisinde onun zihni kodlamalarına edebiyat, tarih, medeniyet ve bilinç üzerine şuurlu bir şekilde eklemeler yaparsanız çocuğunuzun ileriki yıllarda yapacağı başarılı çalışmalara temel hazırlamış olursunuz. Bu netice sadece okul ile elde edilebilecek bir şey değil, aksine okul öncesinde hazırlık gerektiren bir durum. Dolayısıyla bu dönemde ailenin çocuğa katacağı her değer çok önemli. Maalesef bu konuda bir kavram kayması olduğunu düşünüyorum. Çünkü beş altı yaşındaki çocuğun okuldan daha çok anneden alacağı eğitime ihtiyacı vardır. Anaokullarına neden anaokulu diyorlar? Asıl anaokulu eski dilde ana dediğimiz ve Anadolu isminin de kaynağı annenin dairesindeki okuldur. Anneler ne zamanki bunu tam anlamıyla kavrarlar. İşte o zaman çocuklarımız farklı yetişmeye başlar. Bence anaokuluyla kastedilen eğitim sürecine başka bir isim verilmeli. Anaokulu, en önemli programların hazırlanıp ailelerin yetiştirilmesiyle uygulamaya konulacak şekilde annenin yanındaki okul olmalı ve burada babanın da dâhil olduğu bir eğitim süreci gerçekleşmeli. Devlet bu konuda öyle bir çalışma yapmalı ki her anne-baba çocuğunun ihtiyaç duyduğu ilk eğitimi gerçek anaokulunda verebilmeli. Hatta ondan sonraki eğitimlerinde de buna bağlı olarak çocuğuna bitimsiz bir şekilde destek olmalı.

Doğup büyüdüğüm köy dedemin ve amcalarımın, annemin babamın yanında ilk eğitimimi aldığım anaokuluydu. 22 yaşında Sibirya Gazisi olarak köyüne dönmüş, Osmanlıca, Arapça, Farsça kelimelere vakıf ve yerle bir edilmiş köyünü yeniden inşa eden bir adamdı dedem. Okumayan, cahil kalan, kendini geliştirmeyen insanlar mevcudu tüketirler, okuyanlar ise üretirler. Dedem bunun bilincinde bir adamdı. Tüm faaliyetlerini iki temel esas üzerine kurmuştu: Birincisi fiziki anlamda çalışma, köyü yeniden inşa etme. İkincisi ise manevî anlamda çalışma, ilmî ve irfanı tesis etme. Âdeta modern sosyologların tartıştığı iki uçlu medeniyet telakkisinin maddî ve manevî gelişimini köy ortamında, kendi rehberliğinde, kendi ailesi ve çocukları için tesis ediyor. Bu konuda kesinlikle mübalağa da bulunmuyorum. Aksine fazlasını hak eden bir çalışma idi dedemin yaptığı.

Bir çocuk olarak gündüzlerimizi oyunlar oynayarak geçirirdik. Akşam namazı ile yatsı namazı arasında hep birlikte siyer okumaları, yatsı namazından sonra da şiir ve musiki fasılları yapılırdı. Bugünden baktığınızda inanılır gibi görünmüyor olabilir. Ancak ben bu ortamı 60’lı yıllarda bizatihi temaşa ettim. Durum 1930’lu yıllarda babam çocukken de böyleymiş. Biz orada şiiri, türküyü, Osmanlıca kelimeleri, Hadis-i Şerifleri öğrendik. Orada öğrendiğim en önemli hususlardan biri de tartışma dilidir. Biz orada kavga etmeden tartışmanın nasıl mümkün olabileceğini öğrendik.

Televizyonlarda insanların birbirleriyle nasıl kavga ettiklerini görünce hayretler içerisinde kalıyorum. İnsan tartışırken nasıl kavga eder. Tartışma ortamında fikrini söyler, susarsın. Ama şimdi öyle değil maalesef. Televizyonu bir açıyorsunuz, birden fazla kişinin katıldığı bir programda bir de bakıyorsunuz herkes aynı anda konuşmaya çalışıyor, fikir beyan ediyor. Siz bu tarz programlara dayanabiliyor musunuz bilmiyorum ama ben dayanamıyorum. Çünkü o köy odasında biri konuşurken diğerleri susar ve dinlerdi, asla konuşmazdı. Onlarca kişi vardı ama kimse kimsenin sözünü kesmezdi. Dedem konuştuğunda herkes susardı; ancak o söz verdiğinde konuşulur, o söz vermeden de kimse konuşmazdı. Şimdiki zamanda moderatör diyorlar hani. Ne demekse. Bizde kelime tükenmiş sanki. Yönetmek değil mi aslı. Tartışmayı yönetmek. O da bir yöneticilik türü. Biz o köy odasında bunları öğrenerek büyüdük. Çocuğuz diye sadece yedirilip içirilip, elimize oyuncaklar, bilyeler tutuşturulmadı. Bununla birlikte zihin dünyamıza da kâinattaki yıldızlar gibi dönüp duran bilyeler bırakıldı. Dolayısıyla her birimizin dünyası maddî ve manevî anlamda o bilyeler ekseninde dönmeye başladı. Bugünkü terbiye düzenimiz o köy odasında oluştu. Eğer bu gün bir terbiyeye sahipsem bunun büyük kısmını oradan aldım.

Böyle bir ortamı sağlamak zor tabii ki asla kolay değil. Ama ortamı sağladığınızda hem çocuğunuzu hem de milletinizi yüceltecek bir duruma zemin hazırlamış olursunuz. Bu sebeple başta bu konunun ailelere örnek olabilecek fevkalade önem arz eden bir konu olduğuna dikkat çektim. Her anne baba şöyle düşünmeli: Evladımın ilk eğitimi benden olmalı. Ben bu eğitimi iyi veremezsem okul ona hiçbir şey veremeyecek.

Belki birçok şeyden mahrum büyümüşsünüz ama eserinizde de bahsettiğiniz üzere köy odası gibi bir ortama sahipmişsiniz. Köy odasından bahsedebilir miyiz? Nasıl bir oluşumdu, size neler kattı?

Burası büyüklerle çocukların bir araya geldikleri, insani değerlere uygun davranılan, insana haddini bilmeyi öğreten ve kimsenin de kimseden üstün olmadığını dolaylı olarak zihinlere yerleştiren bir köy odası. Dört duvar, o dört duvar içerisine yerleştirilmiş sedirler ve kimse tam köşelere oturmadığı için yuvarlak bir masadaymış hissini uyandıran bir oturma düzeni. Oturma düzeni küçükten büyüğe sıralanırdı. Dolayısıyla yuvarlak bir dizilişle en küçüğün yanına en büyük otururdu. Böylelikle en küçük ben küçüğüm, beni en arkaya attılar demiyordu. Bununla birlikte belirlenen bir sistem de vardı bunu görüyordu. Tartışmalarda zaman zaman çocuklara bile söz verilen bir odadan bahsediyoruz. Bazen dedem bize dönüp Ahmet, Nurullah sizin bu konuda bir fikriniz var mı diye sorardı. Daha yedi sekiz yaşlarındaydık o zamanlar. Ona rağmen bize bu günkü çocukların uzağında oldukları pek çok şey öğretmişlerdi. Dokuz yaşımdayken ezberimde yirmi yakın şiir vardı. Bu şiirler sürekli okundukları için bir zaman sonra biz de ezberliyorduk. Alvar’lı Efe’den, Yunus Emre’den, Niyazi Mısrı’den, Fuzuli’den, Bayburtlu Zihni’den, Emrah’tan, Sümmani’den, Aşık Şenlik’ten şiirler. Bazılarını bize öğrettikleri makamla türkü veya gazel olarak da söylüyordum. Babam, Hasan Amcam, Muhammed Abim söylüyordu. Çünkü şiir faslından sonra musikiye geçiliyordu. Bununla birlikte zaman zaman odada eğlenceler de olurdu, fıkralar anlatılırdı, dedem Sibirya hatıralarından bahis açardı. Anlatırken de hüzünlenip ağlardı bazen. Herfene dedikleri ortak yiyecek toplantıları yaparlardı. Herkes evinden getirdiği yiyecekleri tahtaya koyar ve ziyafete ortak olurdu. Tel helvası adını verdikleri bir helva türü yapılırdı. Öylesine lezzetli olurdu ki tel helvası yapacağız dediklerinden sevincimizden havalara uçardık.

Keşke imkân olsaydı da o yılları kamerayla kaydedebilseydik. Eşsiz bir belgesel kalırdı insanlığa. Şimdilerde tesis etmesi kolay olmayan, bugün bile hasretini çektiğim bir ortamdan söz ediyorum. Keşke yine olsa da gitsem, dedemin sohbetini, babamın okuduğu gazeli dinleyebilsem diyorum ama maalesef yok. Birçok şeyimizi kaybettiğimiz gibi kaybettik o odayı da. Acı ama böyle. Yeniden kurulamaz mı, kurulabilir istenirse. Kültür Bakanlığı böyle bir çalışma yapabilir. Ülkemizdeki tüm mahallelerde ihtiyaç duyulduğu sayıda misafir külliyesi adıyla küçük ve son derece kullanışlı tesisler yapılabilir. Yönetimi bakanlıkta olacak bu tesislerde belli şartlar ile müracaat alınan, dışarıdan misafir olarak gelenin ihtiyaç durumunda konaklayabileceği, sohbetlere dâhil olabileceği bir proje gerçekleştirilebilir.

İnanıyorum ki Pinaduz Köyündeki o oda bir gün böyle bir projeye ilham verecek. O gün geldiğinde yol göstermek için çağrılacağıma ve ismini ne koyalım dendiğinde, fikrin sahibi olan “Bekir Ağa Misafir Konakları ve Okuma Evleri” koyalım diyeceğime inanıyorum. Bu vesileyle söz konusu müesseselerin, ülkemizde resmi ideolojinin etkisiyle yıllar yılı saptırılan ve yanlış anlatılan gerçek ağalık kavramının aslına rücu etmesine de büyük katkısı olacaktır diye düşünüyorum.

Kitabınızda “Yaşam mücadelemin temeli dedemin köyde oluşturduğu felsefeye dayanır.” diyorsunuz. Dedenizin yaşamınızı bu denli etkileyen yaşam felsefesi ve bu felsefenin sizin yaşamındaki tesirinden bahsedebilir misiniz?

Biraz önce ifade ettiğim atmosferde yetişen; şiirler, gazeller öğrenmiş, divan ezberlemiş, Osmanlıcaya vakıf, belli bir tarihî, İslâmî bilgiye sahip 18 yaşında bir genç, 1918 yılında I. Dünya Savaşı’nın bitiminde geri çekilen Ruslar tarafından ailece esir ediliyor. Babası yolda koleradan ölüyor, amcaları telef oluyor. Bir buçuk yıl Sibirya’da ağaç kesme kamplarında çalışıyor. Bu sırada esir edilen yüzlerse insan şehit oluyor. Hayatta kalanlar köylere dağıtılıyor. Dedemde bir köyde iki buçuk yıl boyunca esir ediliyor. Şimdilerde tekrardan basılacak olan “Yollar Dönüşe Gider” kitabımda bunlar detaylıca anlatılıyor. Dedemin en büyük felsefesi, yardım etmekti. Kitapta onun yardım düşüncesi ve inancının nasıl gelişmelere vesile olduğu uzunca anlatılmıştır.

O kendini öldürmek isteyen adama bile yardım eden, kızağı düşenin kızağını çeken, bataklığa düşeni bataklıktan kurtaran bir insan. Cenabı Hak yapmış olduğu bu yardımların mükâfatını ona veriyor. Zamanla dedemi tanıyan Ruslar, senin gibi adamdan esir olmaz, gel biz seni özgür bırakalım, sana tarla verelim, seni evlendirelim diyorlar. Ama dedem, ben burada kaldığım sürece esir olmaya devam ederim, kendi vatanıma dönmeden asla hür olamam, diyor. Esarete yakıştıramadıkları dedemi yaptığı güzel işlerden dolayı fazlasıyla sevdikleri için vatanına geri gönderiyorlar. Daha 22 yaşında hayatın çemberinden geçmiş, 4 yıl boyunca esir hayatı yaşayarak olgunlaşmış ve “Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” ayetini kendisine şiar edinerek köyüne dönen ve “Yardım etmek üzere uzandığımız her el kendi elimizdir.” diyen bir adamın felsefesinden bahsediyoruz. Dolayısıyla bu felsefe bizim de hayatımıza tesir etti ve biz de o mantık ve felsefe çerçevesinde büyüdük.

Yere düşmüş bir parça ekmek görse onu alan, yolun üzerindeki bir taşı kaldıran, yolda kalmışa yardım eden, kötü söz söylemeyen, dedikoduyu sevmeyen bir adamdı o. Küfürlü söz kullanmayan, argo nedir bilmeyen, iyilik yapmaktan başka hiçbir amacı olmayan, vatanını seven, milletini seven, dinine âşık, peygamberine sevdalı bir adam. Allah deyince kalbi kıpır kıpır çarpan bir adamdan söz ediyoruz. O adamın yetiştirdiği çocuklardan biri de babamdı. Dolayısıyla benim de hayat felsefem onların felsefesine dayalı olarak gelişti. Ben bunu Allah’ın bir lütfu olarak değerlendiriyorum.

Örneğin, yağmurlu bir akşam apartman kapısından girdiğimde yerde bir salyangoz olduğu ilişiyor gözüme. Tam dönüp gidecekken birinin ona basıp zarar verebileceği düşüncesi geliyor aklıma ve onu alıp ya bir ağacın dalına ya da bir ağacın yanına bırakıyorum. İşte bu bize o köy odasında öğretilen felsefenin bir zuhurundan başka bir şey değildir. Bunu dünyaya hâkim kıldığımızı bir düşünsenize! Eğer bu mümkün olabilseydi hangi insan çile çekerdi, hangi hayvan ya da tabii bir ortam zarar görürdü. Zulüm diye bir mesele kalır mıydı yeryüzünde. Afrikalı açlıktan ölürken Amerikalının her gün çöpe döktüğü yiyecekler iki Afrika halkına yetecek kadar olur muydu mesela?

Bu nedenle Hacı Bekir Ağanın o köy odasında kurmuş olduğu felsefeye ihtiyacımız var.

Kitapta, yoğun karların içinde babanızın sizi sırtında taşıdığı ve kurtlarla başa çıktığı bir anınız yer alıyor. “Kurt Hikâyesi” dediğiniz bu anınızdan biraz bahseder misiniz? O gün yaşananlar zihninizde ve ruhunuzda nasıl bir yer edindi? O günün sizdeki yerini bizlerle paylaşabilir misiniz?

Kitapta anlattığım gibi o gün kurtlarla göz göze gelince çok korktum ancak babamın sırtında olmanın verdiği güvenle ve beni kurtların önünden ustalıkla kaçırması sayesinde tatlı bir mutluluk yaşamıştım. O günkü halimle yaşadığımız hadisenin analizini yapabilecek mertebede değildim ama zamanla fark ettim ki önce Allah’ın yardımı sonra da başında beresi, elinde tırpanı, çayırda, tarlada çalışan, hayvanlarına bakan, dışardan bakıldığında hiç belli etmese de irfan ehli bir adamın pedagojik yaklaşımıydı bizi o kurtların arasından kurtaran.

Bir baba olarak, kurtlar bizi parçalar, çocuğu koruyayım telaşesiyle değil de sükûnetini muhafaza edip benim dikkatimi dağın tepesindeki Pinaduz Baba’nın mezarına yönlendirerek, panik olmamı belki de kurtları gördüğümde çığlık atmamı engelledi. Bugün hâlâ kurtların gözlerini hatırlıyorum. Zaten unutmak mümkün değil çünkü ciddi bir şok hâli yaşıyorsunuz. Ama babam beni o şok hâlinden pedagojik bir ustalıkla ve sakinliğini koruyarak kurtardı. Kurtlardan uzaklaşıp tekrar yola çıktığımızda bana durumu izah etti. Demek ki ecelimiz gelmemişti ve hayvanlar aç değildi ki bize saldırmadılar. O an saldırsalar yapabileceğimiz hiçbir şeyimiz yoktu. Görecek günlerimiz varmış ki kurtlar bize saldırmadan dönüp gittiler.

Burada babamın sükûnetinden de bahsetmek istiyorum. Dilinden zikir ve şiir eksik olmayan bir adamdı. Çok sakin bir insandı. Hadiseler karşısı sükûnetini öyle güzel korurdu ki bir tartışma ya da problem çıktığında onun bu halini bilenler Seyfullah amcayı çağırın derlerdi. Her sorunu yatıştırıcı tavrı ve sükûnetiyle çözerdi. Ben birisiyle kavga etsem beni karımdaki insana asla dokunmaz bana kızardı ve hatta gerekirse döverdi. Sen neden kavgaya karışıyorsun diye azarlardı.

Peki, kalbimin otağı dediğiniz annenizle olan iletişiminiz nasıldı?

Annem dünyaya on üç çocuk getirmiş ve dördünü kaybetmiş bir kadındır. Ben ailemin yaşayan en büyük çocuğuyum. Annem üç temel özelliğe sahipti: Cefakârdı, çile çeker şikâyet etmezdi. Evin bütün yükünü, sıkıntısını çeker bize belli etmezdi. İkincisi fedakârdı; yemez yedirir, içmez içirirdi. Kendisi aç kalırdı çocukları sofradan tok kalksın diye. Ben tokum, pişirirken yedim der sonradan kaldıysa bir parça ekmek yer, bize de hissettirmezdi. Üçüncüsü ise vefakârdı, kendisine yapılan iyiliği unutmazdı. Babamın vefatından sonra çok üzüldü ve zorlandı. Onsuz hayatının yarım kaldığını söyler dururdu.

Aynı zamanda babası Aslan Hoca isimli büyük bir âlim olduğundan İslâmî açıdan ilmî bilgisi güçlü biriydi. Haram, helal konusunda çok hassastı. Çok kıymetli hassasiyetleri vardı. Bu annemin dördüncü mühim özelliğiydi diyebilirim. Kısacası o vefakâr, fedakâr, cefakâr ve bilgili dindar bir kadındı.

“Omuzlarımda Dünya-Hikâyem Hayatımdır”, Toprak, Tohum, Filiz, Fidan ve Ağaç olmak üzere beş bölümden oluşuyor. Hikâyenizi beş ayrı bölümde ve bu başlıklar altında anlatmanızın özel bir sebebi var mı?

Bu konuda yayınevinin hakkını teslim etmem gerekir. Çünkü ben sadece hatıralarımı anlattım. Hatıralarımın seyriyle Osman Bey ve editörüm Kadir Bey ilgilendi. Kayıtları çözümleyerek kitaplaştırdılar. Sohbet havası içinde anlattıklarımı konuşma dilinden yazı diline çevirdiler. Ben sadece tashih yaptım diyebilirim. Bölüm başlıklarını da bu esnada gördüm. Oysa hatıralarımı herhangi bir başlık altında anlatmamıştım ve dolayısıyla editörüm Kadir Bey’e sordum. O da bana “Hocam hayatınızı bu başlıklar altında ifade etmenin uygun olacağını düşündük” dedi. Yapılan çok hoştu ve çok iyi düşünmüşsünüz çok isabetli bir düşünce olmuş dedim. Anlayacağınız bu sınıflandırma fikri yayınevi tarafından geldi ve ben de uygun gördüm, beğendim. Bu durum bir yayınevinin bir esere nasıl katkıda bulunabileceğine dair çok güzel bir örnektir. Yıllardır eserlerimi yayınlayan Timaş Yayınları’nı bu nedenle tebrik ediyorum. 37 yıldır en ufak bir sıkıntı yaşamadık kendileriyle. Bu sebeple bir kez daha Timaş Yayınları’na sizin aracılığınızla da teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Onlarla çalışmaktan son derece memnunum.

Edebiyatla iç içe büyüdünüz ama iktisat okumayı tercih ediyorsunuz. Bunun sebebi nedir?

İmam Hatip Lisesi mezunu olduğum için o dönem biz Edebiyat kolu mezunu sayılıyorduk. Edebiyat kolu mezunları da İşletme, Ziraat, Edebiyat gibi alanlara yönelik eğitimler alabiliyordu. Bir de eğitimime Erzurum’da devam etmem gerekiyordu. Bu da seçeneklerimi oldukça azaltıyordu. Namık Kemal’in bir sözü çok hoş bir sözü vardır: “Edebiyat okuyanın edebiyat yapması, edebiyat yapanın da edebiyat okuması lazım gelmez.” Yani edebiyat okuyorsanız ille de şair olmanız gerekmez. Çünkü bunun için yetenek gereklidir. Ya da şairseniz ille de edebiyat okumanız gerekmez. Çünkü zaten öğrenmek zorundasınız. Öğrenmezseniz başarılı olamazsınız.

Böyle olunca sıralamayı yukarıda ifade ettiği üç alandan yaptım. İşletmeyi kazandım. Çok da isabetli bir karar oldu çünkü bu sayede işletme ve iktisat alanının bilgileri ile donanma fırsatı buldum. Ardından alanımla ilgili işler yaptım, danışmanlık yaptım, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Meclis Üyesiyim. Bunlar benim işletmecilikle ilgili yaptığım işler. Edebiyatla ilgili yaptığım işler de ortada zaten. Tüm bunlar için de gerçekten büyük bir çaba sarf ettim. Hem akademik hayatını aksatmadan sürdürmek hem de edebiyat alanında bu kadar aktif bir rol üstlenmek hiç de kolay bir iş değildi. Bunların yanı sıra Türkiye Ligi’nde satranç oynadım, tenis oynadım, bilardo oynadım. Bunların hepsini bir arada yapmak elbette zordur. Ama çaba gösterince ve gerekenleri yapınca Cenabı Hak nasip ediyor. Şükürler olsun; O’nun verdiği aklı ve fiili yeteneği kullanarak edebiyat ve işletmeyi birbiriyle barışık birbirine katkı sağlayacak biçimde yürütmeyi başardım.

Gençlere önerim de hep bu şekilde olmuştur. Tek alanda kalmamaları, başka alanlarda da kendilerini geliştirmeleri konusunda sık sık önerilerde bulunuyorum.

Mesela, Sabri Ülgenler Hoca’nın “İktisadi Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası” kitabında Divan edebiyatından yararlanarak Osmanlı dönemi iktisadi zihniyetini çözümlediğini görürsünüz. Yani edebiyat okur, işletmeyi de bilirseniz edebiyattaki işletme yankılarını, yansılarını iktisadî hakikatleri bulursunuz. Ziraat okursanız çiçeklerin, bitkilerin dilini bulursunuz; fen bilimleri okursanız edebiyattaki bazı teknik göndermeleri bulursunuz. Edebiyat tüm hayata ışık tutabilecek imgelere sahip olduğu için diğer alanlarla ilgili donanımınızı arttırmanız sizi zenginleştirir.

Sizin kuşağınız için bir ülkü olan “Edebiyat kurtarıcıdır, yol açıcıdır.” fikri, günümüz koşullarında bir yana itilmiş, hâliyle kurtarıcı olma niteliğini kaybetmiş midir? Bir kültür gömleği değiştirme gereksinimi söz konusu mudur? Bu konuda gençlere hatta eğitimi şekillendiren makamlara ne tavsiye edersiniz?

Edebiyat vücut bulabildiği yerde kurtarıcı değil ama kimlik oluşturmaya, değerlerin muhafazasına imkân veren önemli bir araçtır. Edebiyat bir milletin dinî, millî, tarihî mefkûresini, fikir dünyasını etkileten en önemli araçtır. Mesela, fizik, coğrafya ya da kimya bu mefkûreyi bu kadar etkilemez. Ama edebiyat o mefkûrenin, o fikir âleminin kılcal damarlarına girerek etkileyen önemli bir parametredir. Fakat siz edebiyatı bu hâliyle hayatta tutamazsanız, edebî değeri olmayan birtakım figürlerden, kolay tüketilebilen ve gelecekte var olmayacak mefkûresiz oluşumlardan muhafaza edemezseniz kurtarıcılığını yitirir. Bugünkü edebiyatın dünyasının hâli büyük ölçüde maalesef ki böyledir. Bu sebeple edebiyatı biran önce ifade ettiğim konumuna yükseltmemiz lazım.

Okullarda verilen eğitim buna yetmiyor. Her okulda Türkçe eğitimi var ama çocuklar dilimizi düzgün konuşamadıkları gibi genellikle bir şiiri bile bütünüyle ezbere bilmezler, doğru okuyamazlar. Neredeyse her üniversitenin edebiyat bölümü vardır ama buralardan mezun olmuş şiir sevmeyen öğretmenlere rastlamanız mümkündü. Demek ki eğitim sistemimizde ciddi bir eksiklik bulunmaktadır. İnsanlara bir şeyi sevdirmeden, benimsetmeden o şeyi meşguliyetleri içerisinde bir başlığa dönüştüremezsiniz.

Bu günkü edebiyatın hâli bundan ibarettir. Okullardaki eğitim onu tam anlamıyla sevdirmeye yetmiyor. Musiki de öyle. Neden eski musikimiz yok? Neden eski şarkılardan bihaber büyüyor gençlerimiz? Çünkü şarkı sözü üretimi sanayi üretimine dönmüş. Eskiden güçlü bestelerin arkasında çok güçlü şiirler vardı. Maalesef ki bugün edebiyat, hayat içerisinde yeterince aktif değil.

Edebiyatı hayatta yeniden aktif kılmak için devletin resmî politika değişikliklerine gitmesi gerekiyor. Bu ülkenin edebiyatı o ülke için hayati derecede önemlidir. Bir şairin, bu gün verilerek öne çıkarılan spor veya başka alanlardaki bir takam meşguliyet insanları kadar en az değer bulması lazım ki meseleyi normal hale getirebilelim. Dolayısıyla ortada büyük bir sıkıntı var ve devlet erkânının bu konu üzerine oturup düşünmesi gerekir. Böyle devam ettiği takdirde edebiyat, kültür, irfan arka sıralarda kalmaya devam edecektir.

Edebî hayatınızı birkaç değişim dilimine bölseniz, bugünkü Nurullah Genç’i oluşturan bu dilimleri nasıl tanımlardınız?

Yaşamımı iki dilim olarak ifade edebiliriz. Birincisi köy odasında kavram ve mefkûre temelimin atıldığı ve oradan işletme profesörlüğüne kadar uzanan Erzurum yılları, ikincisi İstanbul’a taşındıktan sonraki yıllar. Birinci dilimi; bölgesel, yerel ama geçmişten getirdiğimiz edebî birikimi layıkıyla öğrenmeye çalıştığım, edebiyatımızın tüm aşamalarını dikkat almakla birlikte Divan edebiyatına ağırlık verdiğim, tarihe, tefekküre yöneldiğim ve akademik çalışmalarımı başarıyla tamamladığım dönem olarak nitelendirebiliriz. İkinci dilimi ise; özellikle Cumhuriyet dönemi ve sonrası edebiyatına daha fazla yöneldiğim, kadim edebiyat ve günümüz edebiyatı arasındaki ilişkiyi kurmaya çalıştığım dönem olarak ifade edebiliriz.

Peki, her insanın keşke şunları da yapsaydım diye kendini zaman zaman düşünmekten alamadığı şeyler vardır. Sizin böyle keşkeleriniz var mı?

Keşkelerim yoktur. Çünkü Rabbim dönüşü olmayan bir hayat vermiş bize. Bu sorudan çıkarmamız gereken bir ders var. Keşke zamanı geri verseler de şunları yapsam diyeceğimize, bugünden gelecekte yapmak istediklerimize karar verip yapalım. Sonradan niye yaptım diyeceklerimizi ise şimdiden iyi düşünüp yapmayalım. O zaman keşkelerimiz olmayacaktır.

Röportaj: Deniz Demirdağ