Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Aydınpost'a abone olun

Aydınpost'a Google News'te abone olun

Mustafa Armağan'ın kişisel web sitesinde 6 Eylül 2010 tarihinde yayımladığı yazısı şöyle:

Lozan’ın hesabı henüz kapanmış değildir.

Batı Trakya ve Musul dosyaları bir kenarda kalsın, sadece Yunanistan’dan, Yunan askerlerinin yurdumuzda yaptıkları zulüm ve tahribata karşılık almamız gereken tamirat tazminatını, İngilizler’e ise 58. maddeyle, 1914’de el koydukları özbeöz paramızla yaptırdığımız Sultan Osman ve Reşadiye gemilerimizin bedelini bağışlamış olmamız bile başlı başına bir dava konusudur. Ancak Rauf Orbay’ın, hatıralarında dile getirdiği üzere Lozan’ın tartışılmaması ve tartışılmasının vatana ihanet sayılması, daha da büyük bir facia olmuştur.

Bırakın tartışmayı, 85 yılda Lozan Antlaşması üzerine onlarca inceleme ve analiz yapılmalı, cilt cilt doktora tezleri hazırlanmalıydı. Ancak Cemil Bilsel’in savunma amaçlı yazılmış incelemesi dışında kayda değer bir müstakil çalışma göremiyoruz. Resmi tutanaklar yayınlandı; hiç yoktan iyidir ama, bu da yetmez. Zira neyin ne olduğunu birisinin aydınlatması gerek. Kadir Mısıroğlu’nun yakınlarda 3. cildi çıkan eleştirel etüdü Lozan: Zafer mi Hezimet mi?, suskunluğu bozmayı hedefleyen önemli bir adımdır ama bir yanıyla Cemil Bilsel’in 2 ciltlik çalışmasının karşı kutbunda durmaktadır.

Yani birisi Lozan’ı savunurken, öbürü eleştirir.

Halbuki vaktiyle Cemal Kutay’ın da haklı olarak belirttiği gibi, savunma veya eleştiriye girişmeden önce bir defa meselenin kendisinin vuzuha kavuşturulması gerekmez miydi? Böylece Lozan’ın efsanesinden önce kendisinin teşrifine izin verilmeyince ortalığı mitolojik eserler doldurmaya başladı. Tarih yazılmadan romanı yazıldı.

Nitekim İsmet İnönü, 1964 yılında, son Başbakanlığı sırasında, karşılaştığı olayların sıkıştırmasıyla “Lozan’ın tadili”nden söz etmişti. Bu mümkün müdür, değil midir, ayrı mesele. Ancak 1923’de savunanların 1964’te şikayet etmesinden de bellidir ki, Lozan, Türkiye kamuoyunun vicdanını rahatlatmaya yetmemiştir. Ortada kanayan bir yara vardır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, 85 yıl sonra Lozan’a, kangrenleşmemesi için bir kere daha bakmamız gerekiyor.

İşe size ‘Lozan efsanesi’ni zihinlerimize kazıyan mitoloji kitaplarından birisinin yazılış hikayesi. Laubaliliğin bu derecesini okuyunca ister istemez şöyle düşüneceksiniz: Tarihini ancak bu kadar ciddiye alan bir neslin, geriye laf salatasından oluşan bir enkaz bırakmasından daha tabii ne olabilirdi?

İşte Lozan hakkında yazılan ilk kitaplardan Milliyet’in eski sahibi Ali Naci Karacan’ın Lozan Konferansı ve İsmet Paşa’nın yazılış hikayesi. Bu hikayeyi, dostum Mahmut Çetin’in X İlişkiler: Fuhuş-İletişim-İktidar adlı kitabından ufak tefek rötuşlarla aktarıyorum (İstanbul 2000, Edille Yayınları, s. 161-163).

İbretle okuyalım.

Ali Naci Karacan’ın aklına Lozan’ı yazmak fikri, 1943 ilkbaharında gelir. Hükümetin başında Şükrü Saraçoğlu vardır. Hasan Ali Yücel, Maarif Vekilidir. Her ikisini de yakından tanır. Lozan Konferansı’nın geniş kitlelerce bir roman gibi okunacak tarihini yazma düşüncesini Hasan Ali Yücel’e açar. Bu düşünce ona çok cazip gelir ve Ali Naci Karacan’ı teşvik eder: ‘Sen kitabı bir an evvel yazmana bak’ der.

Öyle anlaşılıyordu ki, iyice bunalmış olan iktidar, devletin siyasi temelini oluşturan Lozan Anlaşmasının hatıralarının tazelenmesinde yarar görmektedir. Bu havayı hissedince, yirmi yıl önce Lozan’da meslek heyecanıyla yaptığı işi, bu sefer paraya dönüştürme azmiyle çalışmaya başlar Ali Naci Karacan.

Karacan Lozan kitabını yazmak için Boğaz’da bir yalı kiralamak ister ve eşi Hidayet Hanım’a “Boğaz’da uygun bir yer bulalım, daha iyi çalışırım, siz de beni rahat bırakırsınız” der.

“Kitabı ne kadar çabuk bitirirsem, telif ücretini de o kadar çabuk alırım.”

Eline geçecek paranın hayli yüklü olacağını tahmin etmektedir. Kitabı; Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nün basacağını Hasan Ali Yücel’den öğrenmiştir. Ne vereceklerini soramasa bile, Ankara’daki dostlarının emeğini iyi değerlendireceklerinden emindir.

Ali Naci Karacan büyük yemek masasının üzerine yayılır. Kendisine iyi de bir yardımcı bulmuştur: ortanca baldız Mir’at Hanım’ın kızı Peride Celal. Peride, başarısız bir evlilik yapıp genç yaşta dul kalmış olup annesiyle dede evinde yaşamaktadır. Eniştesi Ali Naci Karacan’ı kısa zamanda bir baba gibi sever, büyüdükçe ona hayranlığı artmaktadır. O tarihte 26-27 yaşlarında bir genç kız olan Peride Celal, Babıali’de kendine bir yer bulmaya çalışmaktadır.

Ali Naci Karacan Lozan kitabını hazırlarken en büyük yardımı ondan görmektedir. Belgeleri düzenlemek, bazı notları hazırlamak, yazılan kısımları daktilo etmek ve düzeltmek gibi yığınla iş yapmaktadır.
Tek Parti’nin uzun ve eziyetli yıllarında, hoşnutsuzluğu büyümüş bir toplumun gençlerine İsmet Paşa’yı yeniden tanıtmak projesinin bir parçası olan Lozan kitabının yazılması, iktidarın hoşuna gider.

Ali Naci Karacan’ın iki buçuk ay içinde derleyip toparladığı kitap, Ankara’da büyük bir ilgiyle karşılanır. Hasan Ali Yücel’in başkanlık ettiği kurul, kitabın hemen basılmasına karar verir. Başvekil Şükrü Saracoğlu ve Maarif Vekili Hasan Ali Yücel, kitaba birer önsöz yazarlar. Saracoğlu, “Lozan Konferansı’nı yazmakla, siz, hadiseler içinde yaşayan neslin borçlu olduğu vazifeyi yapmış oluyorsunuz. Eseriniz, Türk İnkılabı edebiyatına esaslı bir hizmettir” diye Ali Naci Karacan’ı över.

Ali Naci’ye telif ücreti olarak 5.000 lira verirler. O tarihte dolar 110 kuruştur ve ayda 400 lirayla krallar gibi yaşanabilmektedir. Karacan, Ankara’dan büyük bir neşeyle İstanbul’a döner. Parayı çarçur etmekten korktuğu için de, saklasın diye eşi Hidayet Hanım’a teslim eder.

Ali Naci Karacan Ankara’dan yanında beş bin liralık bir servetle döndüğü günün ertesi gecesi bütün aileyi kulübe davet eder.

Herkes şen şakrak evden çıkarken Hidayet Hanım, “Oyun oynamak yok ama” der. Ali Naci Karacan da cüzdanını çıkarıp kendisine gösterir; içinde sadece bir yüzlük vardır. Oyun oynayacak adam hiç böyle hareket eder mi? Hem paralar muhafaza edilsin diye Hidayet Hanım’a teslim edilmemiş miydi? Hayır, bu gece oyun filan yoktur. Yenilip içilecek, dans edilecek, felekten bir gün çalınacaktır.

Kulübün kapısından ailecek girilir. Oyun salonunun önünden geçilirken, Ali Naci Karacan bakara oynayanlara şöyle bir bakmayı teklif eder. Bu teklif kimseyi şüphelendirmez.

Oyun salonuna girince Hidayet Hanım ve çocuklar salon kapısının önünde kalırlar. Ali Naci Karacan masadakilere doğru ilerler, “Şeytanınız bol olsun çocuklar” diye oynayanlarla şakalaşır.

Biraz sonra Ali Naci Karacan yarım dönüp eliyle kayınbiraderi Celal’i yanına çağırır ve kulağına, “Hidayet’e söyle de evden bana iki yüz lira getir lütfen” der. Deyiş o deyiş. Ali Naci Karacan bakara masasına çakılıp kalır. Çoluk çocuk salon kapısında olacakları ürkeklikle seyretmektedir. Celal de sabaha kadar kulüple ev arasında gidip gelir. Son gidişinde, Celal ablasına “Evde ne kalmışsa hepsini istiyor” der.

Ertesi sabah evde kimsenin sesi soluğu çıkmaz. Hidayet Hanım’ın, Peride’in annesi Mir’at Hanım’ın ve Ercüment’in zaten gözlerine uyku girmemiştir. Herkes gecenin şoku ile sessiz, öbür odada uyuyan Ali Naci Karacan’ı uyandırmamak için dikkatlidir. Oysa Ali Naci Karacan uyanmış, evin sessizliğini dinlemektedir. Suçlu mu hissediyordu kendini? Hayır, tam öyle denemezdi, ama yine de bir eziklik duyduğu kesin.
Dayanamaz, dışarı seslenir:

“Çocuklar! Hidayet! Ercüment…” Herkes yatak odasının kapısını hızla açıp içeri dolar. Ali Naci Karacan pikeyi başına çekmiş muzip muzip bakmaktadır. Karısına, oğluna ve diğer ev halkına moral vermelidir. Örtüyü üzerinden atarak neşeyle doğrulur. Karısını kucaklar: “Olur böyle şeyler, hayat tecrübesidir, aldırma!” der. Sonra hepsini kışkışlar: “Haydi bakalım dışarıya! Giyineceğim! Kahvaltı hazır olsun!”