Korona salgını sadece sağlığımızı değil psikolojimizi de tehdit ediyor. Virüsün bulaşma riskine karşı her an tetikteyiz. Kimilerimiz takıntılı bir biçimde temizlik yapıyor, 10 dakikada bir ellerini yıkıyor. ‘Acaba hastayım da farkında mı değilim?’ şüphesini taşıyoruz. Kimilerimizin yakınları hastalandı, onlara tam olarak yaklaşamıyoruz, yardım edemiyoruz. Cenazelerimiz var, onları geleneksel ritüellerimizle, kalabalıklar içinde uğurlayamıyoruz. Sağlık çalışanlarımızın, doktorlarımızın aileleri çok kaygılı. Tabii bir de evde kendimizle ve ailemizle yalnız kalmakla baş etme derdimiz var… Açık ve Net’te bütün bu sürecin yarattığı travmalarla duygusal olarak nasıl mücadele edebileceğimizi, Türkiye’nin en sevilen psikiyatristlerinden Prof. Dr. Kemal Sayar’a sordum.
Kemal Sayar “Bu salgın çok ciddi bir paradigma değişimini beraberinde getiriyor. Hepimiz bir anlamda dünyada mülteciler haline geldik. Bu büyük bir empati fırsatıdır. Aslında bu tür büyük afetler hem toplumsal hem bireysel düzlemde bize hayatı yeniden değerlendirmek için bir fırsat sunar’ diyor…



Çok kaygılıyız. “Acaba nereye dokundum? Bu dokunduğum yerde virüs var mıdır? Sonra elime yüzüme bulaştırdım mı?” diye kaygılıyız. Biriyle karşılaştığımızda “Acaba ondan bana bir hastalık bulaşır mı?” ya da “Ben yakınlarıma bulaştırır mıyım?” diye kaygılıyız. Bütün bu korona süreci psikolojimizi nasıl etkiledi?
Hepimiz muhakkak ki daha gerginiz. Bir defa endişeliyiz diye kendimize kızmayalım, endişeli olmak hakkımız bugünlerde. Yeni, belirsiz, gözümüzle göremediğimiz bir tehlike karşısındayız ve o tehlikenin bizi nasıl ne şekilde etkileyebileceğini, ne zaman yolumuza çıkabileceğini de tam olarak bilmiyoruz. Yapmamız gereken tedbirlerimizi almak. Günlerdir hepimiz koronavirüs uzmanı olduk. O tedbirlerimizi alıp tevekkül etmemiz lazım. Aktif bir şekilde sabır göstermemiz gerekiyor. Pasif sabırdan farklı olarak, “aktif sabır”ı“gerekli tedbirleri aktif bir şekilde aldıktan sonra beklemeyi bilmek” olarak özetleyebilirim.

‘SAĞLIK ÇALIŞANLARININ FİZİK ŞARTLARININ ÇOK İYİ SAĞLANMASI VE ÇOK İYİ DİNLENMELERİ LAZIM’

‘Sağlık çalışanları ülkelerini çok büyük bir saldırıdan koruduklarını akıldan çıkarmamalı. Ekip içinde görev paylaşımı ve duygusal destek çok iyi olmalı.’

Aslında bu süreçte psikolojisi en zorda olanlar doktorlarımız ve sağlık çalışanlarımız. Onlar hayatlarını göze alarak, hepimize bakmaya çalışıyorlar ve bu virüsü kapmış hastalarla da, onları iyileştirebilmek için birebir temas halindeler. Onlar kendi ruh sağlıklarını nasıl koruyabilirler böylesi zor bir süreçte?
Şu anda vatanımızı, ülkemizi sağlıkçılar savunuyorlar. Görünmeyen bir düşmana karşı yapıyorlar üstelik bunu. Çok zor bir görev ve büyük bir fedakârlıkla, büyük bir kahramanlıkla yapıyorlar. Bütün meslektaşlarımı, bütün sağlık personelini, hemşire arkadaşlarımı, yardımcı sağlık personelini buradan ben de gönülden kutlamak istiyorum. Onların bir parçası olmakla da onur duyuyorum.
Öncelikle değerli meslektaşlarımızın, sağlık çalışanlarının fizik şartlarının çok iyi sağlanması lazım. Bunu vurgulamak istiyorum. Bu konuda sayın Bakanımız da güvence veriyor. Hiçbir surette malzeme eksikliği yaşamamaları lazım. İkincisi, mutlaka iyi dinlenmelerinin sağlanabilmesi lazım. Bu, sadece bedensel olarak değil, duygusal olarak da ağır yük gerektiren bir iş. Bakın; eşinizden, çocuklarınızdan, evinizden ayrısınız, zor bir görev yapıyorsunuz. Duygusal olarak buna hazır durumda nöbetinize başlamanız lazım. Dolayısıyla dinlenme sürecinizin de size yeterli enerjiyi verecek uzunlukta olması lazım. Zannediyorum bu tedbirler hep düşünülüyor. Sevdiklerimizle bağ kurmayı kesmememiz lazım. Mesaimizin elverdiği ölçüde evde kalmamız ve ailemizden moral almamız lazım. Bir de yaptığımız işin neye yaradığını sık sık düşünmemiz lazım. Boşa çalışmış olmuyor sağlık çalışanları. Hem vazifelerini en üst düzeyde kahramanca ifa ediyorlar hem de vatanlarını, ülkelerini çok büyük bir saldırıdan koruyorlar. Dolayısıyla yaptığımız işin büyüklüğünün farkında olarak, hakkını teslim ederek vazifemizi yapmamız ve sağlık ortamlarında gerginlikten mutlaka uzak durmamız lazım. Çok iyi işbaşı paylaşımı yapabilirsek, birbirimize moral ve duygusal açıdan destek olabilirsek, bu zor zamanları çok daha iyi atlatacağız diye düşünüyorum. Ekip içinde görev paylaşımı çok iyi olmalı, duygusal destek çok iyi olmalı. Takım ruhunun çok iyi olması lazım. Bu zor zamanlar geçecek. Hepimiz bu zorlu vazifeleri yaparken, bir yandan da bunların geçeceğini ve bizim gayretimiz ve dirayetimizle bunların atlatılacağını, sonrasında pek çok insanın da bize gerçekten minnettar olacağını unutmamamız lazım. Yarın bir gün eğer bu rahatsızlığın seyri Türkiye’de ağırlaşırsa, yoğun bakımlar zor bir noktaya gelirse, hastane çalışanlarının güvenliğininde mutlaka sağlanması lazım, çünkü insanlar panik halinde maalesef çok sağduyulu davranmayabiliyorlar. Panik insanın adeta düşünme sürecini iptal ediyor ve daha ilkel refleksler vermesini sağlayabiliyor. Hem sağlık çalışanı olarak bizim panik reflekslerden uzak olmamız, sağduyulu tepkiler vermemiz gerekir hem de hastası için bizden yardım isteyen hasta yakınlarının da panikle hareket etmemelerinin, insanları incitecek söz ve davranışlardan uzak durmalarının garanti edilmesi gerekir.



Bir yandan da o doktorların aileleri, çocukları var. Hastanelerde hastalarla muhatap olduktan sonra evlerine dönüyorlar ve “Acaba aileme bulaştırır mıyım?” kaygısı yaşıyorlar. Öte yandan, doktorlarımızın, sağlık çalışanlarımızın aileleri de “Acaba eşim, annem babam hastalanacak mı?” diye kaygı içindeler. Onlara ne tavsiye edersiniz?
Bu gerçekten çok zor bir durum ve cevaplanması da gerçekten zor bir soru. Bu zamanlar insanların zorlukla sınandığı, birbirlerine sevgilerinin, bağlılıklarının kuvvetlendiği, perçinlendiği zamanlardır. Bu günler inşallah atlatılacak ve arkada çok sevgili hekim arkadaşlarımızın, hemşire arkadaşlarımızın, sağlık personeli arkadaşlarımızın yazdığı kahramanlık hikâyeleri kalacak. Bunu unutmayalım: Bir salgının içinde nasıl davrandığımız nasıl tepki verdiğimiz gibi, bir salgından nasıl çıktığımız da önemli. Ne yaptık? İlkelleştik mi? Birbirimize karşı öfke mi gösterdik, birbirimize karşı tahammülsüz mü davrandık, yoksa soylu tabiatımızı, iyilikle ilgili tabiatımızı ortaya çıkardık ve daha yüceldik mi insan olarak? Birbirimizle yardımlaştık mı? Birbirimizle el ele tutuştuk mu? Zor durumdaki bir arkadaşımıza, dostumuza yardım ettik mi? Geriye dönüp baktığımız zaman bu hikâyeleri insanlığımızın sınandığı hikâyeler olarak okumak mümkün. Bu zor dönemlerin hepimizin dayanışmasıyla, aşılacağını, gelecekle ilgili umudumuzu asla söndürmememiz gerektiğini, dayanışma duygumuzu, diğerkâmlığı asla bitirmememiz gerektiğini, hatta buradan yepyeni bir ahlak filizlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.



Bu söylediğiniz aslında çok çok önemli. Hem küresel ölçekte hem de bireysel olarak içe kapanma, başkalarını ötekileştirme, bencilleşme tehlikesiyle de karşı karşıyayız. Örneğin, kurye elemanları gibi dışarıdan bizim için hayatını tehlikeye atarak hizmet sektöründe çalışan pek çok insanla muhatap oluyoruz. Onlar kapıya geldiklerinde, üzerlerinde bir tür baskı hissettiklerini hissediyorum, çünkü biz de “Onlardan bize bir şey bulaşacak mı?” diye kaygı içindeyiz. Bu süreçten sonra daha kötü insanlara dönüşür müyüz?
Kötümser senaryo bize böyle bir senaryo telkin edebilir. Bugün ben de kargoda çalışan arkadaşlarımızla bir vesileyle görüşmüş oldum. Ne yapıyorlar, şu dönemde zorluk yaşıyorlar mı diye hal hatır sorduk. O bile beş on dakikalık tatlı, güzel bir sohbeti tetikledi ve bir duygusal alışveriş yaşamış olduk. Bu çok basit bir eylem ama birbirini düşünme, dayanışma, diğerkâmlık, özgecilik yönündeki eylemlerin bu zor zamanlarda artmasını bekliyorum. İnsanlar aslında zor zamanlarda, afet zamanlarında, bunu nasıl atlattıklarıyla insan oluyorlar. Yani vicdanımız kadar insanız. Yüreğimizin sızladığı kadar insanız. Bir başkasının acısını içimizde taşıyabildiğimiz kadar insanız. Hayatını kaybeden insanlarımıza asla bir istatistik sayı olarak bakmama durumundayız. Onlar herhangi bir dostumuzun annesi, kardeşi, bacısıdır, oğludur, evladıdır. Dolayısıyla her şeyin önemine uygun, ciddiyetine uygun bir şekilde şu dönemde davranmamız ve özgeciliği, fedakârlığı toplumun içinde yaygınlaştırmamız lazım. Bu salgın çok ciddi bir paradigma değişimini beraberinde getiriyor. Artık ordular birbiriyle savaşmıyor; görünmez bir düşmana karşı bütün dünya savaş veriyor ve hepimizin düşmanı ortak. Aslına bakarsanız, bu virüs biraz ironik bir şekilde demokratik bir virüs; çünkü bir prensi de, bir başbakanı da tutabiliyor, sosyo-ekonomik düzeyi onlar gibi olmayan başka bir yurttaşı da tutabiliyor. Aslında çok da enteresan bir şekilde, bu hayatı sıkıntılı, dertli yaşayan insanların halini anlamak konusunda bize bir ipucu veriyor. Geçtiğimiz günlerde bende şöyle bir düşünce oluştu: Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki artık herkes ötekinden şüphelenmeye, uzaklaşmaya başladı ve öyle bir dünyada yaşıyoruz ki herkes giderek kimsesizleşti. Dostlarımızla bile görüşemez olduk. Bu bana, tıpkı bir mültecinin ülke değiştirdiğinde, yersiz yurtsuz hale geldiğinde yaşadığı tedirginliği düşündürüyor. Hepimiz bir anlamda dünyada mülteciler haline geldik. Evet, belki sıcak evlerimizde oturuyoruz, internet bağlantımızla dostlarımızla konuşabiliyoruz ama en azından dünyayı tam emniyetli, güvenli bir yurt bilememenin, her an bir tehditle karşılaşmanın tekinsizliğini hepimiz hissetmeye başladık. Bu büyük bir empati fırsatıdır. Aslında bu tür büyük afetler hem toplumsal hem bireysel düzlemde bize hayatı yeniden değerlendirmek için bir fırsat sunar. Bireysel düzlemde bize şunu söyler: “Ne yaptın bugüne kadar? Şu anda yapamıyorsun. Yaptığın şeyler gerçekten anlamlı mıydı, hayatında öncelikler sıralamasında bir numarada mıydı?”…

‘KENDİ ÖLÜMLÜLÜĞÜMÜZLE YÜZLEŞİYORUZ’

“‘Hayatım yaşanmaya değer bir hayat mı? Bundan sonra hayatımı daha değerli, daha anlamlı yaşamak için ne yapabilirim?’ sorularını sormamız lazım. İnsanın ilkel taraflarının serbest bırakıldığı bir yüzyıl yaşadık ve bu yüzyılın sonunda serbest piyasa kapitalizminin de, market ekonomilerinin de bize sonuçta bir huzur, bir rahat vermediği; düşmanlık politikalarının insanları iyi bir noktaya getirmediğini görmüş olduk. Tabiata çok kötü davrandık, şimdi tabiatın bize bir cevap verdiğini görüyoruz.”

Yani bu süreci bir muhasebe süreci, kendimizle hesaplaşma süreci olarak, hayatın anlamını düşünme süreci olarak da kullanabiliriz.
Mutlaka. Bakın, bir içe kapanma dönemi yaşıyoruz. Yaşayabilenlerimiz eve kapanma dönemi yaşıyor. Her hâlükârda böyle bir tehditle karşı karşıya olduğumuz için, hepimizin kendimize soracağımız sorular var. Çünkü kendi ölümlülüğümüzle yüzleşiyoruz. Bu fanilikle yüzleşmek bize beraberinde bir sürü varoluşçu temayı getiriyor. “Hayatım yaşanmaya değer bir hayat mı? Bundan sonra hayatımı daha değerli, daha anlamlı yaşamak için ne yapabilirim?” sorularını sormamız lazım.
Yani kendi hayatımızda da bir paradigma değişikliğine sebep olmalı.
Sebep olabilir. Bu süreci bir aktif sabır süreci olarak nitelendirmiştim. “Aktif sabır”ın içine bu tefekkür durumu da girmeli. Kendimiz üzerine, dünya üzerine, ilişkilerimiz üzerine düşünmeliyiz. Toplumsal fırsat da şöyle bir şey: Artık dünyayı insanların birbirini yediği; iklimi değiştirdiği, tabiatı çok fena bir şekilde hırpaladığı; insanların birbirine düşman kesildiği bir düzlemden, bir empati çağına doğru çıkarmamız lazım. Bu hastalık bize çok enteresan bir şey gösterdi: Öteki, beni düşünürse ve ben ötekini düşünürsem, karşılıklı birbirimizi düşünürsek iyi olabiliyoruz. Ben sadece onu düşünürsem ve o beni düşünmezse iyi olamıyoruz. Ben öksürürken, hapşırırken onu koruyacak şekilde davranmalıyım, o da aynı şekilde davranmalı. Ben elimi yıkamalıyım ama o da elini yıkamalı. Karşılıklı olarak sosyal mesafemizi ayarlamalıyız. Biz birbirimizi düşündüğümüz zaman toplumca kurtuluşa eriyoruz. Eğer böyle fütüristik bir tahmin okuma yapacak olursak şöyle olmasını diliyorum: İnsanın ilkel taraflarının serbest bırakıldığı bir yüzyıl yaşadık ve bu yüzyılın sonunda serbest piyasa kapitalizminin de, market ekonomilerinin de bize sonuçta bir huzur, bir rahat vermediği; düşmanlık politikalarının insanları iyi bir noktaya getirmediğini görmüş olduk. Tabiata çok kötü davrandık, şimdi tabiatın bize bir cevap verdiğini görüyoruz. Bir yazarın deyimiyle, “geleceğin bankasından çok fazla borç aldık ve şu anda o borçları ödeyemiyoruz”. Bütün bunların insanlar arasında dayanışmayı, birbirini anlamayı, empatiyi, karşılıklı duygusal cömertliği tetikleyecek yeni bir çağı aralamasını bütün gönlümle diliyorum.

Son günlerde korona sonrasında dünyanın nasıl şekilleneceğini sizin gibi entelektüellere, tarihçilere, siyasetçilere sormaya çalışıyorum. Siz de bu küresel kapitalizmin sonunun gelebileceğinden bahsettiniz. Aynı şeyi Prof. Dr. Ayşe Buğra da söylüyor. Bu süreç belki de refah devletinin öne çıktığı, vatandaşlık maaşı gibi herkesi koruyacak tedbirlerin alınacağı daha iyi bir dünyaya vesile olabilir. Bir yandan da tüketim alışkanlıklarımız oldukça azaldı. Zaten bütün AVM’ler, kafeler kapalı; istesek de çarçur edemiyoruz, fazla tüketim yapamıyoruz. Bu süreç bizi ruhen iyileştirebilir mi?
Kübra Hanım, benim en çok okunan kitaplarımın bir tanesinin adı ‘Yavaşla, Bu Dünyadan Bir Defa Geçeceksin’. Çok enteresan bir şekilde, yavaşlık fikriyatının bu virüs salgınıyla beraber hayatlarımıza yerleştiğini gördük. Hepimiz ister istemez yavaşladık. Yavaşladığımız zaman sevdiklerimizin gözüne biraz daha fazla bakmaya başladık. Evin içinde birbirimizle daha çok zaman geçirmeye başladık. Önemli olanın ne olduğunu fark etmeye başladık. Bizim için ne değerlidir, hangi değerler uğruna yaşamamız gerekir, bunların muhasebesini yapmaya başladık. Kendi ölümlülüğümüzle, bunun ihtimaliyle yüzleştik ve bu hayatın anlamının ne olabileceğine dair o yakıcı, temel soruları kendimize sormaya başladık. Birçok muhasebeyi, birçok sorgulamayı beraberinde getiren bir süreçle karşı karşıyayız.



‘PARAYLA SATIN ALABİLECEKLERDEN UZAKLAŞTIĞIM ZAMAN İNSAN OLARAK BENDEN GERİYE NE KALIYOR?’

“Bu süreci kendi kendimizi zenginleştirmek, onarmak ve daha güçlü bir şekilde çıkmak için bir nadas dönemi olarak düşünebiliriz. Belki bir kitabın koynunda çok uzak diyarlara gitmeye, bir filmin, bir müziğin esinlediği çok farklı duygularla kanatlanmaya ihtiyacımız var”

İngiliz edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton bu hafta Guardian için kaleme aldığı yazısında tek başınalık ile yalnız arasındaki farkı anlatıyor. “Yalnızlık modern çağın bir semptomu iken, tek başınalık onun eleştirisidir” diyor. Bu süreçte kendimizle yalnız kalabilmeyi, kendimizden sıkılmamayı nasıl başarabiliriz?
Aslında yaşadığımız bu süreç bize kendimizle yüzleşmek için çok büyük bir imkân sunuyor. Tek başınalık iradi bir yalnızlık. Seçilmiş bir yalnızlığa tek başınalık adını verebiliriz ama psikoloji anlamındaki yalnızlık, “bağ kurma, ilişki kurmak istediğimiz halde kuramama hali olarak” tanımlanır. Tek başınalık, bizim seçimimizle ortaya çıkan bir yalnızlaşmadır. İçe kapanma, içe bakma ve içteki zenginlikleri keşfetme sürecidir. Buna her türlü yazarın, sanatçının, düşünce adamının zaten ihtiyacı vardır. İnsan olarak her birimizin aslında kendi kendimizle baş başa kalmaya, kendi içimizin seslerini dinlemeye ihtiyacımız var. Belki bir kitabın koynunda çok uzak diyarlara gitmeye, bir filmin, bir müziğin esinlediği çok farklı duygularla kanatlanmaya ihtiyacımız var. Bu süreci kendi kendimizi zenginleştirmek, onarmak ve daha güçlü bir şekilde çıkmak için bir nadas dönemi olarak düşünebiliriz.



 

Programı duyurduğumda bir izleyicimizden güzel bir mesaj geldi: “Biriken neyimiz varsa halletme zamanı. Okumalar, yazmalar, çizmeler, ayıklamalar, yerleştirmeler, düzenlemeler, temizlemeler”. Hem içimizde hem evde ne yapmak istiyorsak tam da onu yapabileceğimiz güzel bir zaman olarak görülebilir bu süreç.
Kendimizi oyalamayı bilmemiz lazım. Modern toplumun en önemli meselelerinden bir tanesi can sıkıntısı, çünkü kendimizi sürekli hoplayan imgelere ayarlamış durumdayız. İmgeler çok hızlı değişirse bizim canımız sıkılmıyor. Yaşantı oburu şeklinde yaşıyoruz; o yaşantıdan bu yaşantıya, o lokantadan buraya, o arkadaş grubundan başka bir arkadaş grubuna gidiyoruz. Bir şeyler yaşadığımız zaman sanki daha zengin daha doyumlu bir hayat yaşamışız gibi bir sahte hisse mağlup oluyoruz. Şu anda bütün bunların hiçbiri yok. Peki, senden geride ne kaldı? Bu soruyu kendi kendimize sormamız lazım. Bütün bu etkinlikleri, parayla satın alabileceğim her şeyi bir kenara bıraktığım zaman, bunlardan uzaklaştığım zaman insan olarak benden geriye ne kalıyor? Kendimi nasıl tanımlıyorum? Hangi değerler ekseninde tanımlıyorum? Bu soru bence hayatımızın sorusudur ve bu iradi yalnızlıktan, bu tek başınalıktan, inci avcısı gibi derinlere dalıp da istiridye kabuğunun içinden bir inci yakalayabilirsek ne mutlu bize.

Evlerimizde çoluk çocuk ve eşlerimizle bir aradayız. Bu alan darlığını nasıl aşıp kendimize alanlar yaratabilir ve bu süreci kavgasız gürültüsüz götürebiliriz?
Yaptığımız her işi beraber yapmaya gayret edelim. Yemekleri beraber yapalım, bulaşıkları beraber yapalım. Birbirimizin yüzüne baktığımız bir sohbet zamanımız olsun ama birbirimizden azıcık yorulmaya başladığımızı hissettiğimizde evin saklanacak köşeleri de olsun. Kitaplarımızı, filmlerimizi alalım ve orada ruhumuzu da dinlendirmeye gayret edelim.
Ve her birimiz evdeki diğer bireylerin tek başınalığına saygı duyalım ve ona o alanı açalım. Belki de en önemlisi bu.
Kendi irademizi bir başkasına dayatmak, kendi isteklerimizi öne almak yerine bu virüs salgınıyla beraber ortaya çıkacak olduğunu ümit ettiğimiz paradigma değişiminden biz de nasiplenelim. “Benim için ne istiyorum?” sorusundan önce, “Onun için ne yapabilirim?” sorusunu öne alalım. Bir diğerkâmlık ahlakını, birbirimizi düşünme ve dayanışma ahlakını yüceltelim ve bunun için de önce evlerimizin içinden başlayalım…