Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Aydınpost'a abone olun

Aydınpost'a Google News'te abone olun

Geçtiğimiz haftalarda Kars’ta fırsat bulduk, kavut yaptık. Susam, arpa ve horasan buğdayı kurudu önce, sonra öğütüldü. Kavruldu, soğutuldu, sonra bir kez daha öğütüldü. Sonunda karma tahıllı bir bebek maması için harikulade öz oldu.

Bunu ben çocukken de yapardık. 

Kars'ın ve Ardahan'ın değirmenlerini Malakanlar ve gidenlerden yadigâr Ermeniler çalıştırırdı. Bir köyden diğerine oradan oraya dolaşırlardı. Değirmeni olan her köy, ustasının geleceği zamanı bilirdi ve beklerdi. Haberin duyulması, ilk temizliğin yapılması, taşlara yivlerin açılması, suyun ayarlanması... Değirmen şakşağı ritmik bir sesle vurmaya başladı mı bilirdiniz ki her şey hazırdı.

Kağnılar ardı ardına gelir, değirmenin önüne buğday yığardı. Hepsi belli bir sırada olmalı aslında - ve herkes de bilirdi sırasını - ama herkes aynı anda oradaydı. Günler sürecek bir pikniğin başıydı bu, kadın - erkek, çocuk - çocuk sohbetler, arka arkaya gecelemeler başlayacaktı. Dönen değirmenin çevresinde yatıp - kalkan köylüler, komşu köyleri gezip de gelmiş değirmenciden güncel haberleri alan erkekler, bitmez gıybete gömülüp bir yandan maniler - türküler ve çöpçatanlık faaliyetleri ile şahane vakit geçiren kadınlar... Çığlık çığlığa dövüşen, koşuşan, çayın suyu içine batıp çıkan biz çocuklar. Orası büyülü bir masaldı. Gelenlerin azıkları ortada birlikte açılır, ufak bostancıklardan da kış kavunları kopartılır. Parlayan güneş, değirmenin çark sesi, ağaç altlarında geviş getirip bekleyen öküzler... Adeta Rus klasiğinin sayfalarından fırlamış Don Kazaklarıydık bizler.

Unluk öğütülen buğdayın yirmide biri hep değirmencinin hakkı. Halen de aynıdır bu oran. Senden, benden, ondan ve herkesten; her topraktan, her cinsten gelen pay değirmencinin teknesinde birikir. Buğdayı yeterli gelmeyen, ya da ekinle uğraşmayı bırakıp hayvancılığa ağırlık veren haneler bu kırk ambarı satın almaya gelir. Öyle güzel bir dengedir ki bu. Yirmide biri veren üzülmez, değirmenci üzülmez, değirmencinin kırk ambarından alan üzülmez.

Değirmenci, un öğütümünü bekleyenlere jest olsun diye bir kül ekmeği yapardı ki o şimdi yazarken aklıma gelen... Belki başka bir adı da vardı? Kül poğaçı, pağaçı? Gömme, gömeç? Bunlar aynı mıydı? Zor bir teknikti, onu çok detaylı hatırlıyorum. Kül içinde pişen ekmek. Taze una sarı yağ eklenir, ya da orada elde ne varsa, süt yüzü mesela... Su da eklenip sert bir hamur yoğurulur, kim varsa onun eli değer, çay için sürekli sıcak tutulan ateşin külü eşilir, içine bu hamur gömülür pişerdi.

Küle bulanmış şahane ekmek böyle pat pat vurularak arındırılır. Sofrada, yine elden ele parçalanır. Çay, tuluk peyniri, kuru meyve, olursa tereyağı, yumurta, küpten çıkmış soğuk tuzlu kavurma. Acımızdan ölmüş gibi yerdik. Sırtımıza başımıza "boğulacaksınız" yumrukları... Ağzımızda lokmalarla haykıra haykıra tekrar oyuna koşuşumuz. Ne biçim günler.

Orada sadece unluk değil, kavut da öğütülürdü. Kavrulmuş buğday, arpa, susam, hatta çedene ayrı bir çuvalda evin minikleri ve beşikteki bebekleri için gelirdi. İlk baştan, taşlar daha sıcakken kavutu dökerlerdi. Daha oracıkta, acıkan bebeklere bu yeni öğütülen kavuttan mama hazırlanır. Yakınlarda birinden kaynayan süt istenir karıştırılırdı. O yoksa üzerine şeker serpilir daha basit bir karışım yapılırdı. Bundan lezzetli ve besleyici bir mama bugün var mıdır bilmem. Bizi güzel tohumların ve güzel niyetlerin demir gibi sağlıklı çocukları yaptı. Hiç hastalanmadık.

İnsanın insana merhem olduğu o günleri yaşamış olmak da benim ayrı şansımdır. Hayatıma anlam katan en önemli sapağın da gördüklerimi özümsemek olduğunu sanıyorum. Doğaya, insana, köyüme, köylüme, size ve sizlere bakışımın temelini de bu inşa etmiş olmalı. Siz değirmene gidip de bunları yaşar mısınız şimdi bilemem. Fakat gıdanın hazırlanışı iyileştiren ve iyilik yaratan bir eylem. Mutfağı hep sıcak tutun.

Şeker gibi ilaç yutmak yerine yemek hazırlığını terapiye çevirmenin iyiliğine hep inandım. Ruh sağlığını, fiziksel sağlığı, bütçenin sağlığını, birliktelik duygusunu, ailenin yakınlığını, yalnızlık duygularını aşmayı, endişeyi ve anksiyeteyi çözüp düzenlemeyi de hep mutfakta aradım. Bir yemek masasının başında bir ailenin bütün duyusal terapisi mümkün olabilir.

Dışarıda fırtına var. Kar var, tipi var, büyük bir boran var. Bir şekilde direnebilmek için konuşup anlaşmamız gerekiyor. Kurallarda uzlaşmak gerekiyor. Bütün bu işlerde, binlerce yılın - ilk çağların din ve inanç sistemlerinde bile adres hep sofra olmuş. Elele sofada tutuşulmuş, en önemli konular hep orada konuşulmuş, birlikte dua edilmiş, bazen kavgaya tutuşulmuş, insan hayatında ritüel olmuş, hayat kendine orada yol bulmuş.

Bir arada olalım da... Ne varsa yürürüz ne çıkarsa geçeriz, yine birlikte aşarız.