Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Aydınpost'a abone olun

Aydınpost'a Google News'te abone olun

Bu yazının da başlığını oluşturan “Fransa’da ana akım medya kamu diplomasisinin aracı mı?” sorusunu medya ve devlet kuruluşları arasındaki ilişkilerle ilgili somut bilgilere sahip olmadan yanıtlayabilmek kolay değil. Öncelikle “kamu diplomasisi” (diplomatie publique) teriminin ilk kez 1965 yılında Boston Fletcher Hukuk ve Diplomasi Okulu dekanı, eski diplomat Edmund Gullion tarafından kullanıldığını belirtmek gerek. Ardından bu terim, ABD Enformasyon Ajansı (USIA) tarafından kendi misyonunu tanımlamak için benimsendi ve kısaca “Amerikan dış politikasını yabancı halklara doğrudan kendi dillerinde ya da Amerikan üniversitelerinden mezun olmuş seçkinler aracılığıyla anlatmak” şeklinde tanımlandı. Kamu diplomasisinin klasik diplomasiden farkı, devletleri değil doğrudan halkları hedef alıyor olmasıdır ki aslında bunu bir nevi eski dönemlerin propaganda faaliyetleri bağlamında değerlendirmek de mümkündür.

Devlet temsilcileri, Macron’un da yaptığı gibi, YPG ile PKK arasına mesafe koyduklarına ve PKK’nın terör örgütü olduğuna ilişkin birkaç cılız söz söyledikleri halde, ana akım medyanın yorumlarında böyle bir ayrım da yapılmıyor. Ayrıca HDP ile PKK arasındaki bağ ve ilişki çoğu kez göz ardı ediliyor.

Sciences Po Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar ve Araştırma Merkezi (CERI) direktörü Christian Lequesne’in “Kamu Diplomasisi: Yeni bir konu mu?” başlıklı çalışmasına göre, Fransa Dışişleri Bakanlığı’nın bu terimi ilk kez 2010 yılında Arap Baharı vesilesiyle kullandığı görülüyor. Lequesne kamu diplomasisinin dört ana işlevi olduğunun altını çiziyor ve bunları şu şekilde sıralıyor: Devletin çeşitli konulardaki resmi tutumuna ilişkin halkın doğrudan bilgilendirilmesi; yabancılar dahil medya temsilcilerinin bu konularda ikna edilmesi; aynı bilgilendirmenin sosyal ağlar üzerinden de yapılması; son olarak, enstitüler ve kültürel değişim programları aracılığıyla benzeri bir bilgilendirme veya propagandanın yapılması. Bütün bunlar Lequesne’in belirttiği gibi, özünde çok yeni çalışmalar da değil; Quai d’Orsay(Fransa Dışişleri Bakanlığı) zaten bir asırdır yabancı medya temsilcilerine yönelik benzer çalışmalar yürütmekte.

Fransa'nın dış politika tercihleri ile ana akım medyanın değerlendirmeleri arasında birebir paralellikler var. 

Kamu diplomasisinin, en azından bizim gözlemlediğimiz kadarıyla, (yabancı halklara doğrudan ya da medyası aracılığıyla yapılan propaganda çalışmalarına ilave olarak) bir işlevinin daha bulunduğuna dikkat çekmek gerekir. Bu da Fransız devletinin çeşitli konulardaki resmi tutumunu kendi medyası aracılığıyla kendi halkına benimsetmek. Bunu örneğin Emmanuel Macron hükümetlerinin çeşitli konularda Türkiye ile ilgili aldığı pozisyonların, medyanın bu konularda yaptığı analizler ve yorumlarla örtüşmesinden, dolayısıyla desteklenmesinden anlıyoruz. Başka bir deyişle, devletin dış politika tercihleri ile ana akım medyanın değerlendirmeleri arasında birebir paralellikler var. Bu paralelliklerin dış politika tercihlerinin demokratik değerler ve temel insan hak ve özgürlükleriyle bağdaşmadığı durumlarda dahi mevcut olduğu görülüyor.

Ana akım medyanın sıradan halk kitlelerine hitap ettiği göz önüne alındığında, burada hedefin Fransa’da Türkiye karşıtlığı ve Türk husumetinin belleklere kazınması olduğu akla geliyor.

Türkiye ile ilgili paralelliklerin en dikkat çekici olanı, PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG ile ilgili dile getirilen “müttefiklerimiz” ifadesi. Her vesileyle anımsattığımız gibi, eski Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande Zeytin Dalı operasyonumuz sırasında YPG için “öz müttefiklerimiz” (nos propres alliés) ifadesini kullanmıştı. Bu yaklaşım Macron döneminde de sürdürülüyor; ana akım medyada YPG’nin PKK’nın kolu, dolayısıyla terör örgütü olduğuna ilişkin değerlendirmeler yer almıyor. Bazen sadece Türkiye’nin böyle bir iddiası olduğuna değinilmekle yetiniliyor. YPG için “Suriye Demokratik Güçleri” ve “Suriyeli Kürtler” ifadesi kullanılageliyor.

Devlet temsilcileri, Macron’un da yaptığı gibi, YPG ile PKK arasına mesafe koyduklarına ve PKK’nın terör örgütü olduğuna ilişkin birkaç cılız söz söyledikleri halde, ana akım medyanın yorumlarında böyle bir ayrım da yapılmıyor. Ayrıca HDP ile PKK arasındaki bağ ve ilişki çoğu kez göz ardı ediliyor. HDP’nin “Kürt yanlısı” (pro-Kurde) bir siyasi parti, hatta ikinci muhalefet partisi olduğu vurgulanarak Türkiye’deki Kürtlerin tümünü temsil ettiği ve güçlü bir parti olduğu algısı yaratılıyor. Bu bağlamda, terörle bağlantılı oldukları şüphesiyle yargılanmak üzere bazı HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ya da belediye başkanlarının görevden alınması seçmen iradesine saygısızlık olarak sunuluyor ve doğal olarak da Türkiye’nin demokrasi eksiklikleri başlığı altına yazılıyor.

Devlet temsilcileri suskun kalsa da, ana akım medya Türkiye’nin FETÖ ile mücadelesine destek vermek şöyle dursun, terör örgütüyle bağı bulunanların yargılanmalarını ve görevden alınmalarını bile muhaliflere yönelik büyük bir “temizlik” operasyonu olarak nitelendiriyor. 15 Temmuz darbe girişimini satır aralarına gizleyerek, darbeci casusluk şebekesini aklarcasına, bu mücadeleyi de Türkiye’nin demokrasi eksiklikleri başlığı altına yerleştiriyor. Türkiye demokrasisinin eksiklikleri de, hükümetin iyi yönetemediği sorunlar da var elbette. Ama Fransız ana akım medyası Türkiye’yi bunlar üzerinden eleştirmiyor; daha çok egemenliği ve bağımsızlığı açısından yaşamsal önem taşıyan, terörle mücadelesinin iki ayağı üzerinden sıkıştırmayı yeğliyor. Söz konusu iki terör örgütünün de ABD’nin kanatları altında olduğu göz önüne alındığında, bu desteğin aslında Ankara’nın Ermenistan, Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Libya ve Ege sorunlarında kıskaç altına alınmasını tamamladığını söylemek mümkün. Fransız ana akım medyası bu sorunlarda sadece resmi makamların açıklamalarını aktarmakla yetinmiyor, karşı tarafların tezlerini haklı kılarak, Türkiye’nin bölgesinde “yayılmacı” politikalar izlediğini öne süren son derece rahatsız edici analiz ve değerlendirmeler yapıyor.

Fransız ana akım medyasının yukarıda önemlilerini zikrettiğimiz konulardaki yaklaşımının ortak noktası, Türkiye’nin bu iktidarla hayata geçen, ulusal çıkarlarımız açısından hayati önem arz eden pozisyonlarının karşısında yer alması. Ana akım medyanın sıradan halk kitlelerine hitap ettiği göz önüne alındığında, burada hedefin Fransa’da Türkiye karşıtlığı ve Türk husumetinin belleklere kazınması olduğu akla geliyor. Bu kuşkusuz, SSCB’nin yıkılmasından sonra Batı’nın ortak düşmanının artık İslam olduğuna ilişkin, 11 Eylül (2001) sonrası dönemde Fransa’ya da yansıyan siyasi konumlanışla bağlantılı bir gelişme. Gerçi bunu Macron’un, yıldızı giderek yükselerek 2022 seçimlerinde favori aday konumuna yükselen Ulusal Birlik Partisi (RN) lideri Marine Le Pen’i dizginleme refleksine bağlayanlar da var. Ama Macron’un Fransa’daki Türkleri, önceki dönemlerde laikliğin güvencesi olarak gördükleri Diyanet İşleri Türk İslam Birliği Teşkilatı (DİTİB) üzerinden hedef alan ölçüsüz açıklamalarını bu çerçevede değerlendirmek kolay değil.

Başlıkta yönelttiğimiz soruya dönecek olursak, elimizde yukarıda aktardığımız paralellikler dışında, Fransız (derin) devletinin ana akım medyayı ülke içinde ve dışında “etki” üretmek üzere araç olarak kullandığına ilişkin somut veriler bulunmuyor. Fakat görüldüğü gibi, ana akım medya Türkiye ile ilgili birçok konuda devletin resmi politikalarıyla son derece uyumlu bir çizgi izliyor. Bunu da doğal karşılamak mümkün değil kuşkusuz.

AA