Gelişmelerden anında haberdar olmak için Google News'te Aydınpost'a abone olun

Aydınpost'a Google News'te abone olun

 

Fırat Neziroğlu için “dokumanın altın çocuğu” desek yanlış olmaz. Dünya’ya sanatını anlatmak için farklı disiplinlerden yararlanan ve hepsine imzasını atan bir isim… Fırat Neziroğlu’yla meslek hayatını ve pandemi çıkmazında sanatın nasıl etkilendiğini konuştuk.

 

 

Gerçekten artarak devam ediyor. Anadolu çok büyük bir hazine. Her yıl biraz daha derine iniyorum, daha ücra köyleri ziyaret ediyorum, anneannelerden masallar, dedelerden deneyimler dinliyorum. Çok büyük keyif, çok büyük mutluluk benim için.  

 

 

Pandemi süreci herkes gibi beni de kendimle baş başa bıraktı. Yoğun seyahatlerimde sürekli öğreniyor ancak öğrendiklerimi içselleştirmek için zaman bulamıyordum. Pandemi ile birlikte kendimle geçirdiğim zamanın kalitesi arttı, düşüncelerim derinleşti. Bana çok iyi geldi. Hâlihazırda bir dokuma eseri bitirmek günde 6 saatten 2 ay kadar zaman alıyor. Tezgâh başında olmak biraz da gündemi unutturdu. 

 



 

 

 

Çok değerli hocam Suhandan Özay Demirkan ve yol göstericim Belkıs Balpınardan sonra Dünya Çağdaş Sanatı içinde eski bir zanaatı kullanarak eser üretiyor olmak gerçekten gurur verici. İnanın bunu hiç hayal etmiyordum. Dokuma olmazsa yaşayamam diyebilirim ama bunu da belli bir rutinde tekrarlayamam. Her an değişime, vazgeçmeye, yeniden başlamaya çok açığım. Yanlış bir ameliyat sonucu 1 yıl sağ tarafım felç olduğunda dahi neredeyse her gün bir satır dokudum. Zorluklar beni hep eski bildiklerimi unutmaya, yeni yollarda yürümeye yöneltti. Çok seviyorum hem sınırları, hem zorlukları. Beni devamlı yeni şeyler keşfetmeye yönlendiriyorlar. 

 

 

 

Dokuma aslında bizden iki jenerasyon önce bu topraklardaki herkes tarafından biliniyor ya da tanınıyordu. Üretimden vazgeçip tam anlamıyla tüketim toplumu olmaya başlayan süreçten bugüne kadar tamamen unutuverdik. Bu sadece dokuma için geçerli değil, çok kıymetli pek çok el sanatımız için geçerli. 

 

Aynı zamanda dansçı olduğum için dokuma eyleminin sadece bitiş aşamasını değil aynı zamanda oluş sürecini hatırlatmaya karar verdim. Bu yüzden ilk defa 2008 yılında İzmir Caz Günleri kapanış konserinde Baki Duyarlar ile birlikte sahnede dokuma performansı yaptım. Ardından yıllardır pek çok projede benzer şekilde sahnede müzik ya da dans eşliğinde dokumalar yapıyorum. Hatırımızda olanları yeniden gün yüzüne çıkarmak da çok mutlu ediyor beni. 

 

 



 

 

 

Anadolu dokumalarındaki manayı anlamaya çalıştım hep. Geleneksel motiflerin nereden çıktığını araştırdım. Gördüm ki bu bir iç dökme yolu, dokuyucular hep duygularını anlatmış. Ancak konuştuğumuz dil gibi her dil de değişiyor, dönüşüyor. Bir dokuyucu olarak o zamanın diliyle konuştuğumda kimse beni anlamıyor. Ben de insanların gözlerindeki duyguları dokumaya başladım. Anlaşmak için en etkili dilin göz göze bakışmak olduğunu düşünüyorum. Her portrede bizden, bugünden, anlaşabileceğimiz suretler dokuyorum. Anlaşıldıkça bu evrensel dil dünyanın pek çok yerinde izleyicilerle iletişim kurmaya başladı. Hatta pandemi sürecinde Ahmet isimli dokumam ile  ilk defa Avustralya’da göz göze buluştum izleyenlerle. 

 

 



 

 

Yen tamamen Anadolu. Doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine  bir Anadolu sentezi. Üstelik folklorik değil. Günlük giyime uygun çünkü yine özünde mana var. Anadolu insanının yokluk zamanlarında keşfettiği muazzam detayları kullandım. Ben o devlerin omuzlarında ileriyi gören bir cüceyim.  Tasarımlarımda kullandığım kumaşların tamamı Türkiye’de toplanan tekstillerin geri dönüştürülmesiyle oluşturulmuş kumaşlar. Giysiler üretilirken artan küçük parça kumaşları da geri dönüştürüp kâğıt yaptırdım. Yani giysilerimin ambalaj ve paketleri için de doğaya zarar vermedik. Tam bir Anadolulu gibi... New York için de hiç bilmedikleri, ilk kez gördükleri detaylar, günlük kullanımlarına girmeye başladı. Uzak doğu, Hindistan gibi geleneksel kültürlerden sonra dünya için Anadolu’yu tanıma zamanı geldi. 

 

 

 

Evet, koleksiyonum şu anda fiziksel ve online mağazalarda satışta. Ancak yine doğa ile uyumlu bir strateji izliyorum markamı konumlandırırken. Daha hızlı, daha seri, daha ucuz, daha, daha, daha yerine ihtiyaç kadar dokuyup, ihtiyaç kadar üretiyorum. 

 

Koleksiyonum için iki ayrı dokuyucu grubu ile çalışıyorum. İlki Şile Belediyesi, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ile ortaklaşa bir proje geliştirdiğimiz ‘Şile Bezi Kırsal Kadın Kooperatifi’. Şile’ye 100 adet dokuma tezgâhı kurduk, yöredeki kadınlara dokuma eğitimi verip eski, orijinal üslupta kumaşlar dokutmaya başlıyoruz. Böylece hem kadın istihdamı için önemli bir girişim yapmış, hem coğrafi işareti olan Şile Bezini dünya standartlarına getirmiş olacağız. Bu proje beni çok heyecanlandırıyor. 

 

Markamın ikinci projesi ise İGA ile ortaklaşa yürüttüğümüz ‘We Respect’. İstanbul Havalimanı çevresindeki köylerde yaşayan kadınlar için bir dokuma eğitimi verdim. Ardından bu köylere dokuma tezgâhları kurduk. IGA’nın her yıl değişen 6000 personelinin kıyafetlerini geri dönüştürüp iplik haline getirdik. Şimdi bu ipliklerle tasarladığımız kumaşlar dokunuyor ve tasarımlarımda kullanmak üzere harekete geçtim. 

 

Temelinde Anadolu’ya ve Anadolu kadınına saygı duyduğum, doğayı korumak için elimden gelen ne varsa yaptığım bir marka olmanın gururu ile üretmeye devam ediyorum. 

 

 



 

 

 

Taylan çok kadim bir kültür… Özellikle ipek ipliği üretme, dokuma ve boyamasında dünyanın en iyileri arasındalar. Queen Sirikit’ in doğum günü kutlamaları nedeniyle kendisine  bir kumaş dokumak üzere davet edilmiştim Tayland’a. İlk kez gittiğim bu ülkeden çok etkilendim. Kraliçenin bir kumaş politikası var. 400 yıllık gelenekler hala aynı şekilde uygulanıyor. Mutlu bir üretim var orada. Bana çok ilham veriyor. Giysi kalıplarımda Tayland ve Anadolu çizgilerini bir arada kullanıyorum. Hatta pek çok benzerlik beni şaşırtıyor. 

 

 

 

Moda tasarımcıları ile çalışırken sadece dokuyucu olmaya özen gösteriyorum. Tasarımcılar kalıplarını hazırlıyorlar, ben de kumaşları, dokuları, desenleri düşünmeye başlıyorum. Oldum olası sınırları çok severim. Zıtların uyumu gibi ne kadar sınırlanırsam o kadar yaratıcı oluyorum. Kalıpların içindeki sonsuzluk arayışı benim için çocukluğumdan kalan oyunlar gibi. 

 

 

 

Bakış açımı yazmıştım yukarıda. Moda bana çok vahşi geliyor. Güzellik uğruna hayvanları katlettik, boyar maddeler ile suları zehirledik, bir kez giyip başkaları  ne der diyerek çöpe attık. Gerçekten korkutucu bir hal aldı. Televizyonlarda stil yarışmaları düzenleniyor, insanlar sosyal medyadaki fenomenler gibi görünmeye, giyinmeye çalışıyor. Aklım almıyor gerçekten. 

 

Mutlu olmanın temel kuralı insanın kendiyle mutlu olması… Hep başkası gibi görünen, başkasının seçimlerini yaşayan insan ne kadar mutlu olabilir ki? Sadece okuyarak ya da dinleyerek öğrenilmiş, sonrasında deneyimlenmemiş hislerle doldu taştı her yer. Herkes hoca, herkes öğretici, herkes yol gösteren. Herkes dünyanın sırrını çözmüş, herkesin söyleyecek büyük sözleri var.

 

Herkes mutlu, herkes boş vermiş. Herkes 5. boyutta. Herkes “en”… Herkes okuduğu, dinlediği yeni yeni deneyimlediği sınırlar içinde. Aynı sözler, aynı görseller, aynı hareketleri görüyorum. Manadan uzaklaşıyorum gitgide. Nasıl modernizm tek tip yaratmaya çalıştı ise, şimdi felsefe tek tip. Herkes birbirinin kopyası… Kısa eğitimlerdeki hocalarının kopyası. O zaman soruyorum. Beni ben yapan, özel yapan sözüm ne? Ürettiğim, sunduğum, paylaştığım YENİ'm ne?

 

Bir dersi hocamın sözleriyle anlatıyorsam ne kadar uzun konuşabileceğimi de kendime soruyorum... Kimle, neyle yarışıyorum soruyorum? Yaşamadığım şeyi nasıl içselleştirebileceğim diye soruyorum. Asıl soruyu unutmadan: hissetmek ne demek biliyor muyum, ya da içselleştirmek ne demek?

 

 

 



 

 

 

 

 

Selfie tek parmak dokunuşu ile bir saniye… O selfie’yi dokumak ise ince el hareketleriyle 600 saat. Peki, bir Selfie'ye dokuduğunuzda o tek saniyelik görüntü ile 600 saatlik dokunuşlarla ortaya çıkan dokumanın imgesi arasında ne fark var?

 

“Hiçbir şey yaratılmamışken, önce boşluk vardı.” der ortak bir fikirde birleşmiş gibi tüm kadim zamanların mitleri. Ardından “Evren yaratıldı.” diye devam eder. Evren o boşluktan ilmek ilmek 13 milyar yılda dokunmuştur... Aynı annenin rahmindeki boşlukta bir bebeğin varoluşu gibi. Dokuma bir ritimdir, evrenin yaratılışı bir ritim, yaşamla kutsanmış bir hücrenin bölünerek bebeğe dönüşmesi de bir ritim içerir, müziğin kendisi de. Yaratılışın dinamikleri evrenden, bebeğe, bir bitkinin büyümesinden, bir musikiye ve dokuma sanatına kadar aynıdır. Varoluş bu yüzden boşluklar arasına ritimlerle dokunmuş minik düğümlerden oluşur. Atom boşlukların içindeki elektron, proton ve nötronlardan oluşur, nefes akciğerin boşluğuna dolar, rüzgâr boşluğun içinden akar, insan bedeni hareketini vücuttaki boşluklara borçludur… Varoluş boşluklardan meydana gelir.

 

 



 

 

 

Yaratımın gizi, boşluklarda ve o boşluklardaki ışık ile gölgelerdedir. Tek anlık donmuş selfie imgelerini, 600 saatlik dokunuşlarla, yaratılışın ritmi ile dokuyarak ruhu olan, yaşayan selfie dokumalar sunmak istedim. Eller, eski dönemlerde Tanrısal bir hediye olarak düşünülürdü çünkü diğer hayvanlardan farklı olarak insana yaratıcılık kattığının farkındaydı topluluklar. Kil çömleklerden, hasırlara, devasa binalardan, tapınaklara, kutsal resimlerden, avcılık aletlerine ve sihirli nesnelere kadar insana sonsuz bir fiziksel yaratım sağlar; hayalde olanı bu dünyada meydana getirmeyi sağlayan kutsal organlardır. Modern çağda ise artık elleri kullanmıyoruz, her işimizi bir iki parmak hareketiyle gerçekleştiriyoruz. 

 

 

 

Efe Elmas sergim ile ilgili önsüzünde : “Fırat Neziroğlu, ellerin tanrısal yaratıcılığını hatırlatıyor, kadim zamanlar ile gelecek arasında köprü kuruyor ve sanatında toplum olarak neleri kaybettiğimizi, neleri kazandığımızı gösteriyor bizlere. Yaşayan bir şey yaratmaya, varoluşun ritmine dair canlı bir kanıt sunuyor. Onun dokuma sanatına bakarken, dokuduğu ipliklere dokunurken salt bir dokuma değil bir yaşanmışlık görüyorsunuz, derin bir ruh hissediyorsunuz; hayatın içindeki acıları, arayışları, aşkları, özlemleri, vazgeçişleri ya da hırsları…

Yani yaşama dair şeyleri hissedebiliyorsunuz. Peki, bunu nasıl başarıyor?

Çünkü o sadece ipliği değil ışığı ve boşluğu da dokuyor; var olmayı ve yok olmayı, yaşamı ve ölümü, yani her şeyin bilgisini böylece o selfie dokumalarında görmek mümkün oluyor. Yaratımın aynı prensiplerini dokuma sanatında, desenlerde kullanıyor. Gölgeleri yaratıyor ve adeta her selfiesinde mitik bir evren, mitik bir figür sunuyor bizlere. İçinde kaybolabileceğiniz bir sanat vaat ediyor… Dokuduklarının duruşunda, gözlerindeki bakışlarında, yaşamı o ruhu görmek mümkün oluyor böylece. Sanki karakterler, imgeler yaşayan birer porte olarak canlanarak kendi diyarlarına çağırıyorlar. Onları yaratan düğümleriyle, ince ince dokunmuş iplikleriyle, resimden dışarı bu evrene taşan saçaklarıyla içsel bir yolculuğa davet ediyorlar.

 

Dokumanın desenlerine dokunurken, incelerken adeta dokumaların, iplerin minik nefes alış verişini duyar gibi oluyorsunuz. Biraz kulak verdiğinizde dokumanın ritmini, nefesin ritminde hissediyorsunuz ve evrenin musikisini o ritim de hissediyorsunuz. Evren’in tek sesle yaratılması gibi sesle yaratılmış olduğunu anlıyorsunuz. Ruhun ince ince o minik düğümlerle ipliklere bağlandığını, dokunan ruhun, dokumanın boşluklarında, dokumanın karanlık ve aydınlık taraflarında dolandığını hissediyorsunuz… Anlıyorsunuz yaşam stabil ve durağan değil, zıtlıklar arasındaki uyumdan meydana geliyor; ölüm ve yaşam, neşe ve acı, düşüşler ve yükselişler, ayrılıklar ve kavuşmalar, boşluklar ve doluluklar varoluşu kutsal kılan şeyler…

 

Çağın gürültüsü içinde robotlaşmaktan, tek düze olmaktan, donup kalmaktan, selfie dokumalarıyla çıkarıyor sizi ve kendi müziğini, tüm deneyimiyle insan olmayı ve yaşamı yeniden keşfetmeye davet ediyor. Bize kim olduğumuzu hatırlatıyor. Bu yüzden Fırat Neziroğlu, sadece ipliği değil, boşluğu, ışığı ve gölgeleri dolayısıyla duyguları ve varoluşun tüm veçhelerini dokuyan bir sanatçı…

O, kadim, derin ve mitik bir geleneği, bir sanat olarak modern çağa uygun hale getiren bir kaşif, dokuduğu desenlerle, portreleriyle yüreklere dokunan bir şifacı'' diyor. 

 

 



 

 

Dokumaktan vazgeçtiğim bir dönem vardı. O sıra Hocam balerin Şebnem Şenel'den izin istedim bir dans topluluğu kurmak için. Bana izin verdi. 2011 yılında “Hayali dans etmek olan kim var?'” diye sorduğumda 23 İzmirli bu davetime cevap verdi. Daha önce hiç dans etmemiş ya da hayatının bir döneminde dansla ilgilenmiş 23 amatör dansçı ile yılda 6 temsil yaptık. Küçük Prens kitabını baştan sona anlatan bir sahne eseri ile yola çıkmıştık.

 

Ertesi yıl Müzeyyen Senar'ın hayatını anlatan bir müzikal ile devam ettik. Kültür Bakanlığından telifini aldığım ve sahneye koyduğum bu eser ile 50 temsil yaptık. Müzeyyen Senar yaşarken kendisine izletebilmenin mutluluğunu yaşıyoruz hâlâ. Ardından her yıl yeni bir eser ile sahne aldık. İçimde yaşadığım en büyük sevinçlerden biri de hayali dans etmek olan dansçılarım geçen yıllar ardından İzmir Devlet Opera ve Balesi dansçıları ile aynı eserde, aynı sahnede birlikte dans ettiler. Seda Ayvazoğlu koreografisi Fazıl Say müzikleri eşliğinde Venüs ve Adonis isimli eserde opera sahnesinde kendilerini izlemek ve dans ederek eşlik etmek hayattaki en büyük mutluluklarımdan biridir.  Modern Dance Lab izmir'in ilk ve tek modern dans topluluğudur. Pandemi ardından yeniden sahneye dönmek için gün sayıyoruz. 

 

 



 

 

Hayat öyle güzel geliyor ki bana nerdeyse hiç plan yapmıyorum. Dokumazsam yaşayamam derim hep ama onu da belirli bir düzende tekrarlayamam. Bir gün hiç dans etmeyecek olursam onu da kabul ederim. Zaten yanlış bir ameliyat sonucu bir yıl kadar sağ tarafım felç olmuştu. O sıralar da hayatın getirdiklerini sevgiyle kabul etmiştim. Bırakmak hep daha güzel tutunacak dallar veriyor, isteklerimizle sınandığımız bu yaşamda hep akan, hep geleni kabul eden, hep değişen olmaya gayret ediyorum. 

 

 

 

 

Suhandan Özay Demirkan, Türkiye’ye lif sanatı terimini kazandıran, tanıtan isim

Belkıs Balpınar, Çağdaş Anadolu kiliminin öncüsü; iyi ki varlar. 

 

 

 

 

Kimseyi taklit etmeden, kimseyle yarışmadan, kendilerini arayarak, ihtiyaçlarını belirleyerek geçirdikleri bir ömürleri olsun. Sanat demek insan demek, insan demek hayat demek. Kendimiz olma yoluna girdiğimizde kapılar bir bir açılıyor. Bu ömrün kendisi sanatları olsun.