Ege bölgesinin önemli bir efesi de Ödemişli İsmail Efe’dir. Zeybek kültürü üzerine araştırma yapan kültür adamı Selim Sırrı Tarcan’a göre ise “Dünyanın en büyük efesi”dir… Efe, Ödemiş ve yöresinde ilk Kuvayı Milliye’ye katılan ve mücadele edenlerdendir. Hayatında eşkıyalık yoktur.

İsmail Efe 36 yaşında iken düşmanla dövüşmeye başladı. Efemiz 1883 yılında Ödemiş’te dünyaya geldi. Babası Ödemiş’in Kaymakçı köyünden, annesi ise Mursallı köyündendir. İsmail Efe, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Aydın’a gelerek orduya katılır ve daha sonra da Ödemiş Askerlik Şubesi’nde görevlendirilir. Şubede bir süre görev yaptıktan sonra Sivil Jandarma olarak atanır. Ödemiş civarında asayişin sağlanması için görev yapmaya başlayan İsmail Efe, Jandarma Yüzbaşı Sarı Edip Bey ve Yüzbaşı Tahir Bey ile çalışır. 1 Haziran 1919’daki Ödemiş direnişine ilk katılanlardandır. 60 kişilik birliği zamanla bin kişiye kadar çıkar. Zaferden sonra madalyasını göğsüne takar, yoksul çocukların eğitimine ve bakımına adar. İsmail Efe, 7 Temmuz 1942 günü 59 yaşında hayata veda etti. Geride ise onurlu bir yaşam, bağımsız bir devlet bıraktı. Onlara çok şey borçluyuz…

Yıllar Sonra İsmail Efe İle Yapılan Görüşme

İsmail Efe ile yapılmış iki görüşme saptadık. Birisi 1926 yılına ait. Diğeri de 1936 yılı… Atatürk’ün talimatıyla Zeybek kültürünü araştıran ve oyunlarını ıslah eden spor ve kültür adamı Selim Sırrı Tarcan, Ege il ve ilçelerinde araştırma yaparken yolu Ödemiş’e düşer. Burada Kurtuluş Savaşı’na katılmış olan İsmail Efe ile de görüşür. Ona ilişkin izlenimlerini şöyle anlatır:

“Ödemiş civarındaki seyahatimizin en kıymetli hatırası İsmail Efe’dir. İsmail Efe kırklık, kemale ermiş bir insan güzeli idi. Mertlik, cesaret, yüce kişilik, vakur bakışlarından adeta okunuyor. Tahsili az, görgüsü çok bir Türk evladı. Büyük inkılâbın en samimi, en ateşli bir taraftarı… Bir gün konuşurken bana:

“Büyük Gazi’nin bizlere en büyük lütfu, yobazların hâkimiyetinden bizi kurtarması oldu. O hoca kisvesinde dolaşan ve bizi yiyen batıl inançlarla bağlayan hocalardan o kurtardı. Siz bu adamları ramazanda halini görseydiniz bize acırdınız. Ramazanın ilk günlerinde hepimizi cehenneme sokarlar, sonlarına doğru cennete nakil ederlerdi. Halk bu adamları kıyafetlerine aldanarak sözlerinin doğruluğuna kanardı.

İşleri güçleri zavallı köylüyü dolandırmaktan ibarettir. Ancak bütün bu batıl inanışları kökünden söküp atacak okullardır. Ödemiş’te iki binden fazla çocuk var. Mevcut okullar bunun ancak yedi yüzünü okutabiliyor. Bin üç yüzü başıboş sokaklarda dolaşıyor. Biz bütün esenliği, kurtuluşu mekteplerden bekliyoruz” dedi.

Övünmeyi sevmeyen Efe

Gazeteci Hulusi Günay da Ödemiş’e giderek İsmail Efe ile 1936 yılında görüşür. Memleketinde sade bir yaşam süren Efe, Milli Mücadele’de yaptıklarını pek anlatmak istemez. Çünkü Efeler yaptıklarıyla övünen insanlar değildir. Hele vatan mücadelesi için yaptıkları, hizmet değil bir vazifenin yerine getirilmesidir:

“Benim konuştuğum “Efe” dağda eşkıyalık yapmış kimselerden değildir. Ödemişliler onu bana Milli Mücadelede çalışan bir gönüllü diye tanıttılar. Kendisini Ödemiş’in “Mert Zeybekleri”nden biri diye öteden beri işite geldiğim bu adama “talihin adamı” diyenler de yok değildi. İçimde uyanan bu konuşma arzusu beni onun Ödemiş’teki ticarethanesine çekmeye yetebildi.

Yazıhanede kimseyi bulamamıştık. Haber gönderdik. Beş dakika sonra, ağır yürüyüşü ile vakur bir adam kapıdan içeri giriyordu. Tanışmadan önce tanıdık ki bu adam bize anlatılan “İsmail Efe”dir. Biraz sonra mevzu efenin hatıratına doğru çevrilmiş bulunuyordu:

  • Size ne anlatsam tatsız olur bayım, dedi. Memlekete “gâvur” gelmişti. Onun annecinde (karşısında) her vatandaş kendi kabiliyeti ayarında “yazı ile, akıl ile, para veya beden ile” hulâsane ile ve ne şekilde mümkünse savaşmak mevkiinde idi. Ben de bir şey yaptımsa “vazife”mi yaptım, “hizmet” yapmış değilim.
  • O halde…
  • O halde vazifeden bahsedeyim, öyle mi? Bu hususta ne söyleyebilirim size? Şu veya bu maksatla demekliğim doğru olur mu? Belki beni o günkü hayata sürükleyen âmil vazife aşkı değildi!

Bundan sonraki sorularımın kendi hatıratına temas edenlerini soğuk bir tavırla karşılayan Efenin ağzından söz almak, güneşi yere indirmek kadar güçtü…

  • Efelik sizin görüş ve anlayışınızla ne gibi hususiyetler ifade eder?
  • Kelime, esas anlamında, kötü bir mana ifade etmez, bilakis mertlik ve iyi kalplilik mefhumlarının bir remzidir. Fakat memleketi haraca kesen şekavet onu korkunç ve menfur bir kisveye bürümüştür. Uzağa gitmeye ne hacet? Hatıramızı yoklar ve istiklalsizlik Türkiye’nin iç durumuna bir bakınırken yurdu kasıp kavurmuş olan fecaatler gözümüzün önünde derhal canlanıverir. Ve bunların ön safında haydutluğu görürüz. Aziz yurdun her bir parçası, dıştan ve zaman zaman emperyalizmin kanlı dişleri ile koparılırken, içten de şakiler tarafından kemirilmiş, koca bir ülke baştanbaşa mahsulsüz bir tarlaya çevrilmişti.
  • Geçmişte bu acı tecellilerin belirmesine sebep ne idi?
  • Bu soruyu cevaplamak lazım gelirse saltanatın cılız bileğini işaret etmemiz icap eder. O, kuvvetli bir yumruk yaratıp haydutluğun başını ezemiyordu. Binaenaleyh şekavet artıyor; yurttaşların ve bilhassa memleketin öz ve masum unsuru olan köylümüzün kalbi masuniyetsizlik korkusu altında her gün biraz daha burkuluyordu; soluyor, buruşuyordu.

Yurt harabezare döndükten sonra hükümet, gerçi, daha çok uyuklamış değildi. Fakat o, uyanıklığında da ayni aciz ve beceriksizliği başından savamadı. Düşünülen tedbir şu idi: Eşkıyayı mutlak tenkil ve tedip için asker ve jandarma kuvvetlerinden ayrı mahalli yeni takip kolları ihdas etmek ve buna ‘kır serdarlığı’ adını vermek…

Bu düşünce fiile konuldu. Kollar hemen faaliyete geçirilerek memlekette şekavetin artık tarihe karışacağına kat’i nazarla (!) bakıldı. Bu takip kolları ayni zamanda başıbozuk kimselerden mürekkepti de… Ve alınan ücretli şahısların ahlâk ve hüviyetlerinden ziyade cesaretlerine ehemmiyet veriliyordu. Düşünmelidir: Elindeki jandarma ve asker kadrolarından istifade etmesini beceremeyen bir hükümet bu mevhum teşkilattan ne bekleyebilirdi?

Nitekim umulan fayda elde edilememiş, şekavet bütün azınlık ve daha akur (şiddetli) saldırışı ile senelerce ve milli mücadelenin ortalarına kadar devam etmiştir. Ancak savaşın ortalarında ulusal ordunun kuvvetli yumruğu bu habaset partilerinin muzır hayatına son verdi.

Efe sözlerinin sonunda duraklamış, gözlerini yukarıda sabit bir noktaya dikmişti. Parmağı ile işaretlediği yere kafamı çevirdim, Atatürk’ün duvarda asılı duran büyük bir fotoğrafını gösteriyordu:

  • İşte, o kahraman. Yurdu, efelik adı altında milleti ağlatan serserilerden de kurtardı. Yoksa tutulacak yanı kalmamıştı bu vatanın…
  • Ve ilave etti:
  • Efelik vasfı bizde tamamen iptizale (ayağa düşme) uğramıştı. Başına üç beş “kızan” toplayan bir serseri efe oluveriyordu. Haris emeller uğrunda türeyen bazı sergerdeler efe diye anılıyordu. Çerkes Etem, Anzavur Ahmet gibi hainler bu ikinci tabirin içine sığdırılabilir. Efeliğin ak manasını kirleten, karalayan hep bu sütü bozuklar değil midir?

Eskiden birini övecekleri zaman: “Efe adamdır!” derlermiş. Eski terbiye icabı birini büyüklenmek lazım gelirse “Efe!” diye hitap edilirmiş. Bu hitabın şimdiki karşılığı, benim anlayışıma göre, “ağa”, “ağabey” çağırmaları ile denktir.”