Handan Acar Yıldız sembol ile anlamı esnetmeyi seven bir yazar. Yıldız’ın son öykü kitabı Açık Unutulmuş Mikrofon’da bunu net biçimde görmek mümkün. Yazarak, bu dünyada bir tek kendi derdiyle dertlenmediğini göstermek istediğini söylüyor Yıldız. Derdin kaynak olduğu öyküler var bu kitapta. Yazara göre ‘ah’ hem insandan insana hem de insandan İlah’a açılan kapı.  

Kitabınızı genel anlamda kederli bulduğumu söyleyebilirim. Açık Unutulmuş Mikrofon’un bazı öykülerini şiir okur gibi okudum bu nedenle. Sembollere dayalı anlatımınız da bunu güçlendiriyor. Ne dersiniz?

Öykü tür olarak nesre dahil olsa dahi gözümüzü açtığımız medeniyet ve taşıdığımız kültürel kodlar nedeniyle nazma vefa borcum olduğunu düşünüyorum. Son üç ayda, yazmayı planladığım roman için on dört şehir gezdim. Antik kentler, ibadet mekânları, tarihi mekânlar… Burada konuyu dine ve inanca getirdiğim düşünülmesin. Sanatı dinselleştirmiyorum. Sanatla dini ayrıştırma yanılgısına bir refleks olarak dna’mızı, bilinçaltımızı ve kültürel katmanlarımızı hatırlatmaya çalışıyorum. Milton’dan Goethe’ye Batı yazınında İncil ne kadar bertaraf edilemez ise aynı şekilde bizde de en seküler olduğunu iddia eden yazarın metninin alt katmanında bile yaşadığı toplumun kutsalı vardır. Adımız kulağımıza ezanla okunur. Doğan çocuğa mevlit okuruz, ölünün ardından mevlit okuruz. Doğarken şiire doğar, ölürken şiirin içinden geçeriz. Doğu’da şiirin içine doğmayan, yalnızca işitme engelli çocuklardır. Nesirle ne kadar temasım olursa olsun, bir anlatım şekli olarak nazımdan vazgeçmenin, uzuvlarımdan birini nakıs duruma düşürmek olduğuna inanıyorum. Sembol, anlamı esnetmeyi mümkün kılar. Ona hem bütün okurlar nazarında tümel bir anlam hem de tek okur nezdinde münferit anlam kazandırır. Sembolik anlatıma yaslanmayı tercih etme nedenim bu. 

Dert anlatan şifa arar. Bu arayış, ağıt gibi değil yakarış gibi yükseliyor öykülerinizde. Yazarak kalıcı kılmak istediğiniz nedir?

Ah’ı ters çevirelim, ha? Her ahın kökeninde yatan, onun neden başımıza geldiğine dair soru acımızı tetikler. Derinleştirir. Neden benim başıma geldi, sorusunu sormayan yoktur. Kadim tarih uzmanı ve yorumlayıcısı Jean Bottero, iptidai insanın bir bela ile karşılaştığında, politeist sistemde dahi, hak ettiğini düşünsün veya düşünmesin, bu olayın başına niye geldiğini sorguladığını ifade eder. Ah hem insandan insana hem de insandan İlah’a açılan kapıdır. Yazarak, bu dünyada bir tek kendi derdimle dertlenmediğimi göstermek istedim. Edebiyat zaten bizatihi kayıt altına almaktır. İnsanın/insanlığın tarihini kurmacaya dönüştürerek kayıt altına alırız. Bir tane Meryem’de veya Maria’da binlerce Meryem ve Maria’yı kökleştirerek kurguya gerçeği elbise olarak giydiririz. Bir vapur gezisinde anne babasının didişmesine tostunu yiyerek şahit olan kız çocuğuna şahit olmuştum. Şahit olmak fiilini evvelki cümlede iki kez bilinçli olarak kullandım. Anlatım bozukluğu olduğunu düşünmeyin. O kız çocuğu bir olayın şahidiydi, ben de onun şahidiydim. Yazarlık, çifte şahitliktir. Tescilli şahitlik… Elinde tost olması ilginçti. İki ekmek dilimi arasında sıkışmış peynire ilişti gözüm. Anne babasının arasında, iki dilim ekmeğin arasındaki peynir gibiydi kız. Ak… Gemi yanaşırken, iskeleye bağlı tekerlekler, yanaşan ile yanaşılanın arasında ezildi. Kız, peynir, gemi… Üç sıkışma hikâyesi… Sonra sanki o kız çocuğunun hikâyesini yazarsam yaşadığı acılar boşa gitmeyecek, bir gün biri okuyacak diye düşündüm. İnanın bunu düşündüm. Böylece başladım yazmaya. Sahte cennet mi demeli yoksa kendince bir adalet terazisi mi bilemiyorum. 

Kalıcı kılmak demişken...

“Dünyada kalıcı olmak için kitap yazmış erkek veya kadın, burası ne kadar kötü olursa olsun geri gelmek isteyecektir, kendi eserlerini de yutturamazsınız onlara. Bence Zweig ve Pavese’yi bile ikna edemezsiniz, size söyleyeyim. Hatta Bachmann, Plath dahi geri dönmek isteyebilir.”

Çok keyif alarak okudum bu paragrafın geçtiği ‘Ölüme Çare’ öyküsünü. Plath bile dönmek ister miydi hakikaten? Neden?

Hep kederden bahsettik. Kitaptaki ironik, gülümseten öykülerden biri, bahsi geçen. Yazarlar muhaliftir ya. Eğer biri onlara sakın geri gelmeyin, derse inadına gelebilirler. Öte yandan, Plath’in intihar etme şekli çok içimi acıtır. Tam anlamıyla sevdiklerinden intikam alma şeklidir. Sevdiklerinin, o öldükten sonra da hayatlarına devam ettikleri kulağına gittiyse geri dönecektir. Latife bir yana, her müntehirin ölüme yaklaştığı son anda pişman olduğuna inanırım. Can tatlı derler. O son çırpınma anını en kararlı müntehir bile yaşıyordur bence.  

Dilsizin Eli’ kayıp bir duyunun izleğinde ilerliyor ama tüm duyuların ustaca işlendiği bir öykü. Celladın ellerinden bağımsız duyduğu, ölüm bilincine duyarsızlıkla sonuçlanıyor. Bugüne dair çok şey söylüyor, yeniden duyuya çağırıyor adeta... 

Herhangi bir duyusunda eksiklik meydana gelen kişinin diğer duyuları kuvvetlenir. Oysa burada varken yok sayılan bir duyudan bahsediyoruz. Yaşamına devam edebilmek için dilsiz taklidi yapan birinden. Kendinde başlayan bu yok sayma halka gibi çevreye yayılıyor. Aynı evde çok büyük bir suç işleniyor ve nasılsa dilsiz diye o kişi yok sayılıyor. Hayata karışmaktan korktuğu için cellat olan bu kişide, var olanı yok sayma cinneti sonunda cinayete dönüşüyor. Çünkü bütün cinayetlerin kökeninde bu vardır: Var olanı yok sayma. Diğer bir ifade ile bütün cinayetler yok saymakla başlar. Ya siz yok saydıklarınızı öldürürsünüz ya da yok saydıklarınız bir gün başkalarını öldürür. Önce kendinde olanı yok sayan, sonra etrafındakilerce yok sayılan kahraman öldükçe içinde biriken öldürme isteğini sonunda uygulamaya geçiriyor. Yine dilsiz taklidi yaparak. Öykünün okurdaki tümel anlamın dışında tikel/münferit anlam çağrışımına ne karışır ne de bundan rahatsız olurum. Öykünün, güncelliğini yitirmeyeceğine inanıyorum. Var olanı yok saymak, başını başka yana çevirmek, herkesi katile dönüştürebilir.

Çift zamanlı kurgusuyla dikkat çekiyor ‘Limon Sıkacağı’. Hem sinematografik hem çok sembolik öğeyle örülmüş. Çok daha hızlı yazılabildiğini düşünürüm böyle öykülerin... Öyle mi? Dinamizmi bu hissi veriyor da olabilir... 

Bu öyküyü yazarken çok zorlandım. İki nedeni vardı. Konu çok melodrama yakındı ve öykünün arabesk olmaması gerekiyordu. İkincisi öykü çift zamanlı olduğundan karakterlerin birbiriyle ilişkisi okurun kafası karışmadan verilebilmeliydi. Adamın iki kadın karakterden hangisiyle alakalı olduğunu filmde verebilirsiniz. Sahnede yan yana gelirler. Ama yazında karışıklığa sebebiyet vermemek ve aynı anda okuru sıkmamak için çok yoruldum. Ama yorulduğuma değdi. Çünkü bu öyküyle ilgili Değerli Mustafa Kutlu’dan telefon aldım. Bu vesile ile güzel, uzun bir muhabbetimiz oldu. Şimdi öykünün bende anısı da var. 

En zor yazılan öykü hangi öyküdür?

Notlarının üzerinden uzun zaman geçmiş ve çok fazla not tutulmuş öykü. Ama genel olarak öykü yazarken zorlanmıyorum. Romana göre hele ki…

‘Erken ve Eksik Gelen’de bedensel patoloji ile hastalıklı duyguların iki kefede sallandığını görüyoruz. Bu teraziyi dengelemek yazarken bile güç olsa gerek...

Öykülerde fiziksel acı ile ruhsal acıyı birlikte vermeye çalışıyordum geçmişte. Bu kez dediğiniz çizgiye yaklaşmış olmalıyım. Yazmaktan sonra başımıza gelebilecek en güzel olay dikkatli bir okurdur. Dikkatiniz için gerçekten çok teşekkür ederim.  

Kaynak: Star