Konservatuvarda alaturka bölümünde ud eğitimi alan Neriman, mensubu olmakla iftihar ettiği Doğu kültürünü çok seven babası Faiz beyle on beş yaşından beri İstanbul'un Fatih semtinde oturmaktadır.

Bu semtte oturmakta olan ve babasıyla ortak özellikleri olan aynı konservatuvarda kemençe eğitimi alan Şinasi ile yedi yıldır nişanlıdır.

Haliyle bütün mahalle bu nişanlıların evlenmesini beklemektedir.

Ancak Neriman aynı konservatuvarda Macit adında bir öğrenciyle tanışır.

Bu tanışma vesilesiyle Batılı Yaşam tarzına karşı içinde sevgi uyanır.

Neriman'da bu istek, yaşadığı mahalleden ve kültüründen, babasından ve Şinasi'den nefret etmesine sebep olur.

Fatih ve Harbiye aynı coğrafyada yaşayan iki ayrı hayat tarzının cepheleridir.

Muhafazakar kitle ile yaşam tarzı liberalliği (modernlik) böyle bir çatışmanın tezahürüdür.

Demokratlık ise, bu yaşam tarzlarını kabullenmenin ve birlikte yaşamanın temel şartıdır.

Bu bakımdan demokratlık biri diğerine benzemeden yaşamanın formüldür.

Ülkemizde, siyasi duruşlar, eğilimler ve yelpazeler bu ayrışmalara göre şekillenmiştir.

Türkiye'nin yakın tarihinde, kültür, değerler ve yaşam tarzı bakımından batılı yaşam tarzının taraftarları hep yerli ve milli olanı aşağılamış bu yaşam tarzı sahiplerini "Yenik medeniyetin temsilcileri" olarak görmüş ve sürekli "Terbiye edilmesi ve geliştirilmesi" gereken insanlar olarak düşünmüştür.

Devlet zoruyla yapılan bu dayatmayı direnenlere ise "Gerici ve Mürtecilikle"  etiketlemiş ve aşağılamıştır.

Toplumun kahir ekseriyetini temsil eden muhafazakarlar ise çok hoşlanmasalar bile değerlerine yabancılaşanlara karşı hep tahammül ve hoşgörü içinde davranmıştır.

Demokratlık, bu kesimin ana gövdesinin temel prensibidir.

Karşılaştıkları baskılara karşı,

temel sığınak noktaları "La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim" demek olmuştur.

Tabi haksızlık etmeyelim ve toplumun diğer kesimlerini görmezden gelmeyelim.

Türkiye toplumunu oluşturan sadece bu iki sosyolojik grup değil.

Toplumumuzda sayıları azda olsa marksistler, liberaller, siyasal islamcılar, otoriter milliyetçiler, siyasal ırkçılar, aleviler ve benzeri sosyolojik gruplar da var.

Ve bu yapıların varlığını kabullenmek gerekmektedir.

Hiç bir toplum kesimine karşı baskı uygulamak ve yok saymak kabul edilemez.

Yönetim erki, siyasi, dini ve sosyolojik grupları dikkate almak ve eşit yurttaşlık ilkesine göre yasalarını düzenlemek ve hareket etmekle mükellef olmalıdır.

Toplumumuzda var olan hiçbir grubu yok sayamaz ve aşağılayamayız.

Türkiye geçmişinde toplumsal kesimler üzerinden siyasi meşruiyet arayanları gördü ve toplumu kutuplaştırarak yöneteceğini sandı.

Ama bu mümkün olmadı.

Bu günlerde toplumda başka suni ayrıştırmalar yaşanmakta.

İktidardakiler ve ötekiler.

Birinin ak dediğini diğeri kara demek zorundaymış gibi davranıyoruz.

Abarttığımı düşünenler olabilir.

Onlara şunu sormak istiyorum.

Sizce, Kanal İstanbul, Libya ile anlaşma, Yerli Otomobil ile ilgili tartışmalar doğru zeminde mi yapılıyor.

Her tartışma niçin birinin ötekini suçlamasıyla şekilleniyor ve konuları kendi bağlamı içinde tartışamıyoruz?

Niçin televizyonlarda yapılan tartışmalar ayrılığı keskinleştirecek tarzda?

Birinin ak dediğini diğeri neden kara diyor?

İhanet suçlaması niçin sıradanlaştı. 

İktidar, niye muhalefeti CHP'lileştirmek istiyor?

Korkarım bu ayrışma birbirimizden kız alıp vermeyi dahi engel olacak.

Tabi birde geleceğini karanlık gören ve bu kavgalardan nefret eden gençlik var.

Bu gençler, hergün biraz daha umutsuz ve intihara teşebbüs edecek kadar boşlukta ve çaresiz yada öfke küpü halinde.

Bu böyle gitmez ve değişmesi gerekiyor.

Toplumsal sıkışmışlığı doğru okuyan ve süreci doğru yönetecek yeni yol önerenler yaşanan gürültü kirliliği içinde sesini duyurabilir ve ortak kaygıları taşıyan, yetişmiş insan gücünü bir araya getirirse bir çıkış yolu bulabiliriz.

Üçüncü yol mutlaka bulunmalı ve topluma sunulmalıdır.

Değilse, hepimiz ortak bir felakete doğru hızls sürüklenmekteyiz.