Popüler kültür sihirbazı punk zombi komedisi

“The Dead Don't Die”, sadece 'Nosferatu'dan 'Kill Bill'e, 'Geronimo'dan 'Yüzüklerin Efendisi'ne uzanan göndermeleriyle keyif vermekle yetinen orta halli bir Jarmusch filmi. Ama 72. Cannes Film Festivali'nin yarışmasında görücüye çıkan ilk üç filmin en iyisi.

Amerikalı usta yönetmen Jim Jarmusch, 1980'lerde 'bağımsız yol komedisi' formülüyle sinemaya girdi. Onun üzerine oya gibi işlediği 'deadpan (poker surat) mizahı'nı kullanma şekliyle bir dil ve model oluşturdu. 1995'te “Ölü Adam” (“Dead Man”) ile 'saykodelik dehlizler'e girdi. Onun devamında Hayalet Köpek: Samuray Yolu (Ghost Dog: The Wayof Samurai 1999) gibi bir kiralık katil filmi başyapıtına imza attıktan sonra yeni milenyumda düşüşe geçmiş gözüktü.



Ama “Broken Flowers” (2005), “Kontrol Limitleri” (“The Limits of Control”, 2009) ile auteur geleneğini devam ettirdi. 2010'larda ise “Sadece Aşıklar Hayatta Kalır” (Only Lovers Left Alive 2013) ve Paterson (2016) ustalığını ispatladı. Bunlardan ilkinin 'saykodelik vampir filmi' denemesinden sonra bu kez 'punk zombi komedisi' ile çıkageliyor. Onun kadar kendini ciddiye alan, kalıcı olacak bir yapıt yok ortada itiraf edelim. Ama Driver-Murray ile başlasa da klişe bir 'iki kafadar zombi avcısı' tanımına kaymıyor.

Hatta itiraf etmeliyiz ki “The Dead Don't Die”in sürprizleri de keyif veriyor. Tom Waits'in zevk nesnesine dönüştürülmesi, Tilda Swinton'ın hattori hanzo kılıcıyla ufoları hedef alabilecek kadar uçması bunların en önemlileri. Popüler kültür referanslarıyla da aslında “Sapık”tan (“Pyscho”, 1960) 'Yüzüklerin Efendisi'ne ('Lords of the Rings') 'Nosferatu'dan 'Kill Bill'e uzanan bir pastiş evrenle donatıyor etrafımızı.

Başta Romero'nun zombi filmlerinin ciddiye alınmasını sağlayan politik “Yaşayan Ölülerin Gecesi”ne (“The Night of the Living Dead”, 1968) atıfta bulunarak start alan filmin hapishanedeki siyahi karakter yoluyla onun parodisini yapma algısı var. Fakat 1985'te “Return

of the Living Dead”de bunun hakkıyla uygulandığı görülmüştü, punk karakterler de devreye sokulmuştu ve aradan 34 sene geçti. Ama burada net bir plandan ziyade bilinçli bir dağınıklık yansıyor peliküle.

Bir yerden sonra kendi şovunu yapan karakterler 109 dakikayı çıkaramıyor. İlk 30 ve son 30 dakikanın tadından yenmiyor, ama orta bölüm tempo problemi çekiyor. Model yaratan “Zombilerin Safağı” (Shaun of the Dead 2004) üretildiği bir çağda ilk başta önyargılı bakmak mümkün bu projeye. Çoktan kült olan “Dehşet Gezegeni” (“Planet Terror”, 2007) ve “Fido” (2006) da varken taze bir zombi komedisi çıkartmanın zor olduğu yıllardayız.

“The Dead Don't Die”, daha ziyade 'eli yüzü düzgün' duran “Zombieland” (2009) ve “Sıcak Kalpler” (“Warm Bodies”, 2013) ile yarışabilir son 20 seneden, ama onların da dinamizmine yetişemiyor. Her şeye rağmen zeki popüler kültür göndermeleri, punk zombileri ve ölü hipsterları ile anılacak bir filmi deneyimlemek beklentiyi yüksek tutmazsanız keyif verebiliyor.

Sadece iddialı bir son cümle yeter mi?



1980 doğumlu siyahi Fransız yönetmen Lady Lj, yönettiği kısa metrajlarla ve Romain Gavras, Kim Shapiron gibi sinemacıların filmlerinde rol almasıyla bilinen bir isimdi. 2017'de çektiği aynı isimli yapıtının uzun versiyonu “Les Misérables”la Cannes'da ana yarışmaya seçildi.

Victor Hugo'nun nesillerdir sürekli karşımıza çıkan Jean Valjean hikayesini günümüz Fransa'sının sokaklarına 'genç bir çete' üzerinden yerleştiriyor. Aktif el-omuz kamerasından yılmayan reji Audiard çakması duruyor. Ama onun yanına Tony Gatlif'in kendine özgü mahalle filmlerini de ilave ediyor. Gatlif-Audiard kırması bir suç atmosferi var. Ama Gatlif'in özgünlüğüne kaymamakla çok şey kaybediyor film. Hatta bolca da Fransa'nın, mahalle filmi klasiği “Do The Right Thing” (1989) Spike Lee'si olmaya soyunuyor. Ama bunu da beceremiyor.

“Les Misérables”, ülkesinde “Nefret”in (“La Haine”, 1996) yaptığını yapamayan ve 'Sefiller'i bir arzu nesnesine dönüştüremeyen bir yapıt. Sadece finale bir Victor Hugo lafı koymak 'sanat' ise sinema çok kolay bir şey demektir. Film 'bir iddia aranıyor' hissi ile ayrılıyor

karşımızdan. Bu sebeple de iz bırakmakta zorlanıyor. Aksine Tom Hooper'ın 2012 tarihli, 1980'de başlayan ünlü tiyatro müzikalinden sinemaya uyarladığı filmi tekrar izleme arzusunu hissettiriyor. Alternatif bir grubun yaptığı besteler tek zihinlerde kalan belki de...

Gatlif'in “Geronimo”da (2016) bir efsaneyi kenar mahallelere taşıma yetkinliğini canlandıramıyor Ly. Bir ritim sorunu çekiyor. Ly, ilk uzununda vasat bir seyirliğin ötesine geçemiyor. 'Aktif kamera istismar filmi'ne kayıyor. Sadece Kanadalı rock grubu Pink Noise gaza bastığında harekete geçen, Amerikalıların çok seveceği klişe bir irade öyküsü sunmakla kalıyor.

Westworld'ün Latin Amerika pembe dizisi versiyonu



“Komşu Sesler” (“Las Bruits de Recife”, 2012) ve “Aquarius” (2016) ile tanınan Kleber Mendoça Filho, üçüncü uzununda yanına yapım tasarımcısını da alarak 'bir yönetmen ikilisi'nin tek parçası oluveriyor. Sanat yönetimi ve ses tasarımıyla dikkat çektiği için bu tercih doğru. “Bacurau”, Brezilya'dan soyutlanmış ütopik bir kasabada geçiyor.

Kimin neyi neden yaptığı belli olmayan bu yabancılaşmış evren günümüzün politik alegorisi anlamına geliyor. Yapay uzay gemilerinden absürd diyaloglara, çıplaklıktan pastoral görüntülere uzanan bir karmaşa var. Filho, kargaşadan zıt kutuplardan beslenerek bir yapı kurmak istiyor.

Bu durum da filmi 'oyunlu bilimkurgu'ya kaydırıyor. Ama testinin kırılmasıyla filmin 70. dakikasında Udo Kier'in girişi, 'Big Brother' kafası getiriyor. Bu da 1970'lerde sinemada klasiğe dönüşen, şimdilerde ise dizisi ile bilinmeyen hikayesini güncelleyen Westworld'ün (1973) modelini geriden takip etmekten başka bir şey değil!

Üstelik yaptıklarını kör kör parmağın gözüne yapay yapınca ister istemez adının iddiasının altında ezilen, süreyi gereksiz uzatan bir film çıkıyor karşımıza. İlk iki filminin süre probleminden sonra burada da benzer durum var. 85 dakikada mantıklı bağlanabilecek film

politik oldukça ucuzlaşıyor, B-tipi seyirlerden farksız hale geliyor.

'Uzay westerni' atmosferi bir yere kadar tutuyor, ilk yarıda işliyor. Filho, bir noktadan sonra fazla iddialı olmanın altında eziliyor. “Bacurau Brezilyalı yaratıcı sinemacının uzun süre ve dağınıklık sancılarının bir yenisini sunmakla kalıyor.