Halkın, tebaanın baba olarak kodlandırdığı devletin sözünün üstüne söz koyanlar zındıktır, mülhittir(kafir) fitnedir, dış güçlerin maşasıdır.
Tutunayanlar’ın yazarı Oğuz Atay her aykırı düşünceli insan gibi dertlerini konuşacak insan bulamayınca çareyi günlük yazmada bulur ve bir güne dair notlarında: “Bana öyle geliyor ki, biz çocuk kalmış bir milletiz,” der.
Her ne kadar Oğuz Atay’ın “çocuk kalmış bir milletiz” demekten kastı Tanzimat sonrası romancılıkla önceki döneme ait edebi kültür arasında iki arada, bir derede kalmışlık ise de bu coğrafyada bağımsız düşünen birey olmada çocuk kalmışlık her alanda ve yaşta geçerlidir.
Sanat ve edebiyat dışındaki bu “çocuk kalmışlık” fiziksel gelişimden ziyade otorite karşısındaki çekingenlik, ürkeklik anlamına da gelir.
Buna neden de:
BİR-Birey olamayışımızdır.
İKİ-Muhalefetsiz ya da muhalefetin düşman görüldüğü kendimize özgü demokrasi anlayışımızdır.
ÜÇ- Güvenin olmadığı, korkuyla yönetilen toplumlardaki düşünce fakirliğidir.
DÖRT-Bunların olduğu toplumların bireyleri fiziken gelişmiş olsalar da düşünce olarak çoğunluğu çocuktur.
BEŞ-Bu coğrafyada evlada düşen görev herhalükarda babaya itaat etmektir.
Çünkü bizim kültür coğrafyamızda, halk dilinde devlete “baba” denir. Erich Fromm’a göre baba bir ailede kural koyan, uymayana cezasını veren(suçuna göre azarlayan, kulak çeken, harçlığını kesen), otorite demektir.
Baba yeri gelir sever, yeri gelir döver, evlada düşen kerim(cömert) babaya itaat ve hürmette kusur etmemektir.
Sevgisini çocukları arasında bedelsiz eşit dağıtan (sevgi pınarı) ise aynı zamanda baba kaynaklı otoriteyi dengeleyen annedir..
Türk devlet geleneğinde ise Han... Melik... Padişah... Bir yandan evlatlarının karnını doyuran, sırtını giydiren diğer yandan da otoritesinden taviz vermeyen baba gibi kerim devlet de kadir-i mutlak otoritenin hem temsilcisi hem kaynakların yöneticisidir.
Padişahlar “zillullahi fi’l arz” yani yeryüzündeki Allah’ın gölgeleridir..
Toplum düzeni - “Nizam-ı Alem”- ve devletin bekası için kardeş katli bile caizdir.
Bu denli orantısız gücün olduğu toplumlarda muhalefetten söz bile edilemezdi.
Çünkü halkın,tebanın baba olarak kodlandırdığı devletin sözünün üstüne söz koyanlar zındıktır, mülhittir(kafir) fitnedir, dış güçlerin maşasıdır.
Onun içindir ki,Türk İslam Tarihi’nde devlet ideolojisine aykırı söz ve davranışta bulunanlarla birlikte ihtimal dahilinde olanların akıbeti ya sürgüne gönderilmektir ya da malı müsadere edilerek siyaseten katil yani idamdır.
(Konumuza dair Mehmet Azimli’nin Müslümanların Engizisyonu1-2,Ahmet Yaşar Ocak’ın Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler adlı eserleri oldukça aydınlatıcı bilgiler içerir.)
Türk İslam Coğrafyasında her devirde gerek devlet adamlarından gerek ulemadan devlet ideolojisine aykırı düşünenlerin iyi niyetli de olsalar siyaseten katline sayısız örnek gösterilebilir.
Ama en çarpıcı olanı Şeyh Bedrettin’dir ki, onun özelliği Ahmet Yaşar Ocak’a göre katlinin esrarı çözülememiş bir tarihi problem olmasındadır.
Ayrıca bazı tarihçilere göre onun idamına neden padişahtaki gelecekte olası isyanları organize edeceği endişesidir.
Bilindiği üzere Şeyh Bedrettin Ankara Savaşı sonrası yaşanan Fetret Dönemi’nde, kardeşler arası taht kavgasında, Şehzade Musa’nın kazaskerliğini yapmıştır.
Mücadele Çelebi Mehmet’in galibiyetiyle sonuçlanınca onun ilk işi Şeyh Bedrettin’i aylıklı olarak İznik’te ikamete mecbur etmek olur.
Bir süre sonra İsfendiyar Oğullarına sığınan Şeyh Bedrettin dinler arasında eşitlikçi, iştirakçi yani paylaşımcı “hakça” bir düzen, başka bir deyişle “dünya cenneti” vaadiyle halkı kandırdığı ve isyana teşvik ettiği iddiasıyla kurulan mahkemede yargılanır.
Ancak Şeyh Bedrettin’i yargılayan heyetin başkanı Mevlana Haydar Herevi onun fıkıh alanındaki ehliyetine hayran kalır ve padişahtan idam edilmemesini ister.
İleride milletin huzurunu bozacak isyanlara kalkışacağı inancında olan padişah ise Herevi’yi dinlemez ve idamına Bedrettin’e yakınlığı ile bilinen Fahrettin-i Acemi karar verir.
(Yakın dostların ipini çekme olayı sanki tarihte kanundur Atatürk’e yapılan İzmir Suikastı’nda davaya bakacak mahkemenin başkanı, Atatürk’ün Kazım Karabekir,Rauf Orbay gibi silah arkadaşlarıyla birlikte davayla ilişkilendirilen ittihatçıları tasfiye eden geçmişte kendisi de koyu bir ittihatçı olan Ali Çetinkaya idi.)
İlerleyen süreçte zamanın ruhuna da uygun olarak siyaseten katiller azalmış belleklerden izi silinmemiştir bunda idamın yerini alan yasa dışına çıkma, “hikmet-i hükümet” etkili olmuştur,denebilir.
İttihatçıların üç paşasından biri olan Cemal Paşa Suriye’de bulunan 4.Ordu Komutanı olduğu dönemde Halep’te bir Müslüman vatandaş bir Ermeni’nin saatini çalar.
Cemal Paşa mahkeme başkanı Vassaf Efendi’den sanığı idamla cezalandırmasını ister.
Kadı Efendi idamın işlenen suçun karşılığı olmadığını belirtir ve “karara ne yazacağını”sorar. Cemal Paşa da kadının bu itirazına “hikmet-i hükümet yazarsın,” cevabını verir.
O günden günümüze fırsatını bulan, gücü eline geçiren her muktedir gerek makamını korumada gerek hıncını almada“hikmet-i hükümeti” kendi lehine kullanagelmiştir.
Demem o ki:
Nasıl ki, Oğuz Atay “çocuk kalan millet” olmamızı romancılıkta Tanzimat ile öncesi arasında kalmamızla açıklıyorsa yönetimde de Batı’dan ithal ettiğimiz demokrasisi ile adaleti ötekine uygulamayan kendimize özgü yönetim tarzımız arasında kalmak da bizi “çocuk kalan bir millet” yapıyor,vesselam...