Nereden başlamalıyım; Karaca Tiyatrosu “Çöl Faresi”ni seyrettiğim o pazar matinesinden mi? Bütün görkeminizle sahnedesiniz, güç belâ iş bulduktan sonra, eve bir yığın yiyecek gönderiyorsunuz, uzadıkça uzuyor liste, seyirci gülmekten kırılıyor. Kaç yaşımdayım, siz kaç yaşındaydınız? Bunca yıl geçti, o pazar günü belleğimde yaşadıkça yaşadı...

Sonra “Martı”: Çehov’u ilk sizinle tanıyacakmışım, hayatımdan hiç çıkmayan Çehov’u. Bir akşam konuşmuştuk, hatırlıyor musunuz, keşke Firs’i oynayabilseydim demiştiniz, “Vişne Bahçesi”nin seksen yaşındaki uşağını. Çok akşamlar Çehov konuştuk, çok akşamlar insan acısının Çehov’la, ancak onunla anlaşabileceğini...

Bu ayrılık akşamında, ilk ne zaman sizinle tanıştığımı hatırlatmaya çalışıyorum. Birçok anı gelip geçiyor da, ilk gün bir türlü gözümün önüne gelmiyor.

Birçok anı: Size gelmişiz, Şükran Bey ile ikiniz akşam çayından sonra, yemeği de birlikte yiyelim diyorsunuz. Çok güzel bir geceydi, uzun sürmüştü, hiç bitmesin istemiştim. Birçok anı: 12 Mart’ın mı, 12 Eylül’ün mü hışımlı günlerinde, Türkçe konusunda görüşlerinizden dolayı bambaşka hışımlara uğramış; tiyatroda -oyun sonrası- küçük bir çağrı düzenlemiştiniz. Yaşar Kemal, Doğan Hızlan, ben... O çağrıda güncel siyasetin yıkıcılığından söz açmıştınız. Birçok anı: Handan Şenköken’le ikimizi Sarıyer’deki balıkçı lokantasına götürdüğünüz gece Lâtife Hanım’ı oynamak istediğinizi söylemiştiniz. Lâtife Hanım’ın yalnızlığını “Yazmayı düşünmez misin?” diyordunuz...

“Hanım” filminin çekimine geldiğim gün, Koşuyolu’nda nasılsa kalakalmış eski bir köşk, yorgun piyano hocasını bütün ruhunuzla yaşıyordunuz; Halit Refiğ çekimden sonra size teşekkür ediyor. Size söyleme fırsatım olmadı, “Hanım” benim için Türk sinemasının en güzel ve en acı filmidir.

Ayrılıktan sonra, insan ne yapacağını bilemiyor. Şurada, şu köşedeki koltukta oturmuştunuz bana geldiğiniz gün. Sizi nasıl ağırlayacağımı bilemiyordum, elim ayağım birbirine dolanıyor. Mutfağa girip yardım etmiştiniz...

Pek söz açmadınız kendinizden. Sayısız çalkantılı dönemde nasıl ayakta durduğunuzu sormuştum: Bir acı gülümseyiş, önemli değil, geçip gitti demiştiniz. Bundan sonra da yapacaklarımıza bakalım Selim...

Emeğinizin kaçıncı yılıydı? Öğrencileriniz, Taksim Sanat Evi’nde sizin için bir akşam düzenlemişler. “Selim’ciğim sen de mi katıldın?” Birden öğrencilerinizden biri olduğumu fark etmiştim, hayatı öğrettiklerinizden... Yalnızca çalışmanın, “Vanya Dayı”dan Sonya’nın söylediği gibi mezarlarda dinleneceğimiz güne kadar hep çalışmanın iyilik getireceğini... Yankıyor sözleriniz.

Büyük usta Akad’ın evindeki geceyi de anlatmalıyım: “Anneler ve Kızları” çekileli yıllar olmuş. Akad pek sevmezdi o filmini. Siz? Konuşmamıştık. Ama ben çok sevdiğim için, Şükran Hanım hepimizi yemeğe çağırmıştı.
Siz, Şükran Bey, ben; karı koca Akad Ailesi. Dördünüz de
bırakıp gittiniz beni.

Daha beş altı yıl önce: “Geçen Yaz Birdenbire”de Mrs. Venable’ı oynamanızı çok istiyordum, “Evet, Sebastian’ın bahçesiydi bu...” Yaş meselesini ortaya atarak uzak duruyordunuz. “Sizin yaşınız yok!” Sonunda “Gel o zaman sen sahneye koy!” demiştiniz. Başlayacaktık provalara, inanamıyordum, siz, “Geçen Yaz Birdenbire”, kıyısından köşesinden ben...

Olmadı. Sağlık sebepleriniz el vermedi. Usul usul kenara çekildiniz. Arada bir telefonlaşıyorduk. Evinizin önünden her geçişimde sizi düşünüyordum.

Yaşadıkça da...

Asla vedalaşmak istemiyordum Yıldız Hanım. “Çöl Faresi”nden bu akşama siz, sizi tanımak, sizinle Çehov’u, “Geçen Yaz Birdenbire”yi yaşamak benim için bir onurdu.

Şurada, şu koltukta oturmuştunuz.