İstanbul Tasarım Bienali, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 2012 yılından beri iki yılda bir düzenlenen uluslararası bir tasarım etkinliğidir. Sonbahar aylarında iki ay süreyle devam eder. Bienalde belirli bir tema etrafında farklı tasarım alanlarından yenilikçi ve yaratıcı üretimler, araştırmalar sergilenir; söyleşiler, atölyeler ve kentin farklı noktalarında etkinlikler düzenlenir. Bienal kapsamında ayrıca, birçok üniversitenin katılımı ve işbirliği ile gerçekleşen, öğrenci projelerinin temaya farklı bakış açıları sundukları Akademi Programı yer alır. Bienalin teması her edisyonunda farklı bir küratör veya küratör grubu tarafından ele alınmaktadır.

Bu yıl düzenlenen 5.İstanbul Tasarım Bienali’nde, Aydın’da jeotermal enerji santrallerinin çevreye verdiği zararlar, Aslı Uludağ [1] tarafından “Üretken Bir Mitolojinin Maddeleşmesi konulu proje ile bir kez daha gündeme geldi.

Bu hafta Aslı Uludağ ile gerçekleştirdiğim röportajı sizlerle paylaşacağım.

Aslı Uludağ kimdir?

İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Güzel sanatlar ve araştırma mimarlığı alanlarında eğitim gördüm. Uzun zamandır heykel, performans ve yerleştirme odaklı projeler üzerinde çalıştım. Son iki senedir ise tekno-bilimsel gelişmelerin ve hukuki düzenlemelerin çevre, madde, mekan ve zaman ile olan ilişkilerimizi nasıl değiştirdiği ile ilgili araştırmalar yapıyorum. Bu kapsamda, dünyada hızla yayılmakta olan sürdürülebilir teknolojilere odaklanıyorum ve bu teknolojilerin yerelden küresele uzanan farklı ölçeklerdeki etkilerini inceliyorum. Bu teknolojiler aracılığı ile insan ve insan olmayan varlıklara karşı çeşitli formlarda şiddet uygulanan bölgelere yoğunlaşarak buna müdahale edebilmemizi sağlayacak araçlar üretiyorum.

Bu yıl düzenlenen 5.İstanbul Tasarım Bienali’ne hazırladığınız proje ile katıldınız. Bu proje ile ne anlatıyorsunuz?

İstanbul Tasarım Bienali’nin Kara ve Deniz Kütüphanesi’nde sergilenen projemin adı Üretken Bir Mitolojinin Maddeleşmesi. Bu projede Büyük Menderes grabeninde son on yıldır gittikçe hızlanan jeotermal enerji yapılaşmasını ve bu yapılaşmanın çevreye, özellikle incir ve zeytin ağaçlarına olan etkisini inceliyorum. Projedeki genel anlatı şu şekilde, Büyük Menderes havzası uzun zamandır bu bölgeyi antik çağlara dayandıran bir mitoloji tarafından yönetiliyor. Bu mitolojinin merkezinde ise incir ve zeytin ağaçları bulunuyor. Bu coğrafya ve bu coğrafyada barınanlar da uzun zamandır incir ve zeytin üretimi üzerinden düzenlenmiş, şekillenmiş. Aydın’da, hem şehirde hem kırsalda bunu çok net bir şekilde görebiliyoruz. Fakat 1960’larda Türkiye çapında başlayan jeotermal kaynak araştırma ve haritalandırma projeleri ile Büyük Menderes havzası jeotermal enerji sahası ilan ediliyor ve bununla beraber bu bölgenin geçmişini, şimdisini ve geleceğini yeniden şekillendiren bir mitoloji yazılmaya başlıyor. Bu yeni mitoloji, eskisini sadece anlatıda değil, maddesel ve mekânsal olarak da yok ediyor. Bölgedeki jeotermal enerji santrallerinin çevreye saldıkları akışkanlar günümüzde incir ve zeytin ağaçlarının kurumasına sebep oluyor, ana geçim kaynağı incir ve zeytin üretimi olan halk bu sebeple çok zor durumda. Zamanında incir ve zeytin bahçeleri olarak parsellenmiş havzada ciddi fiziksel ve duyusal değişiklikler de görüyoruz. Yüzeyin üzerine ve altına örülmüş gümüş renkli borular coğrafyanın dokusunu değiştiriyor, incirin sevdiği kuru ve sıcak hava nemleniyor, çürük yumurta kokusu bölgeyi neredeyse niteleyen bir özellik halini almış, yine akışkan salımı sebebiyle sulama için kullanılan derelerin, sulama kuyularının zaman zaman buharı çıkacak kadar ısındığı görülüyor, kokuları değişiyor…

Havzada süren bu çevresel şiddete karşı beş altı senedir gittikçe kuvvetlenerek devam eden bir direniş de söz konusu. Proje dahilinde başını incir ve zeytin üreticilerinin ve kadınların çektiği bu direnişi ve bu mücadelede kullandıkları araçları da inceliyorum ve bu araçlara katkıda bulunmayı amaçlıyorum.

Jes’nin Menderes Havzası’na verdiği çevresel zararlar neden ilginizi çekti? Daha önce Aydın’la bir bağlantınız var mıydı?

Daha önce Aydın’la bir bağlantım yoktu açıkçası. Yukarıda da bahsettiğim gibi, iki senedir sürdürülebilir teknolojiler üzerine araştırma yapıyorum. Bundan önceki araştırmam Hollanda’daki su altyapıları ile ilgiliydi. O projeye, Hollanda’da henüz yeni kurulmaya başlayan jeotermal enerji santrallerini de dahil ettim fakat orada bu gelişme daha çok yeni olduğu için etkilerini incelemekte zorlandım. Sonra, yaklaşık bir buçuk sene önce, projemi anlattığım bir arkadaşım dikkatimi Aydın’daki JES direnişine çekti. Aydın’daki durumun önemini ve aciliyetini anlamak için zaten çok uzun bir araştırma yapmak gerekmiyor. Bunun üzerine güncel araştırmamı Aydın’da konumlandırmaya karar verdim.

Aydın’a araştırma için geldiğinizde en çok ne dikkatinizi çekti?

Aydın’da daha önce bulunmadığım için tabii ki incir ve zeytinin bu bölgedeki önemi oldukça ilgi çekiciydi benim için. Fakat bu soruya daha detaylı cevap vermem gerekirse Kızılcaköy’ de geçirdiğim günden bir örnek vermek isterim. Köyün meydanında iki seneyi aşan bir süredir duran direniş çadırının önünde oturuyoruz, köyün tarihi, köye ne zaman su getirildiği ile ilgili sohbet ediyoruz. Bunun üzerine bana köydeki eski bir çeşmeyi göstermek istediler. Çeşme çok eskiden kalma, zamanında birkaç metre geriye taşınmış ve kireç kaplanmış bir çeşme fakat üzerinde Osmanlıca bir tabela hala duruyor. Tabelanın fotoğrafını çekip okutmak için birine gönderdim. Aldığım cevap şu oldu:

“Yazı bazı noktalarda fazlaca silinmiş ama, görebildiğim kadarıyla yukardan aşağıya düzende: "Sahib-i inşaa Kadın Fatıma, Kadın Meryem, Kadın Hacı Molla 1158" yazıyor.

1158 tarihi çok büyük ihtimalle hicri yıl, miladi takvime göre 1745/1746 yıllarına denk düşüyor. Çeşmeyi görünüşe bakılırsa üç kadın birlikte yaptırmış ki bu da hayli önemli bir durum Osmanlı patronaj ilişkileri noktasında.”

Projeyi, Aydın’da geçirdiğim zamanı her düşündüğümde bu çeşme ve bu yazı aklıma geliyor. Bu çeşmeyi kuran kadınlarla Kızılcaköy kadınları arasında ilişki kurmadan edemiyorum. Bu köyün geçmişinden bugüne sanki kadınlarının sesi yankılanıyor. Tabii ki bu spekülatif ve şiirsel bir yorum, bu konuda net bir şey söyleyebilmek için Kadın Fatma, Kadın Meryem ve Kadın Hacı Molla’nın kim olduklarını araştırmak, bu çeşmenin tarihini daha yakından incelemek lazım. Fakat şiirsellik bazen bizi hiç beklemediğimiz yerlere götürebiliyor. Bu yüzden bu çeşmeyi şimdilik aklımın bir köşesinde bu şekilde saklıyorum.

Kızılcaköy’deki çevre mücadelesi denilince hemen Kızılcaköy’lü kadınlar akla geliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Kızılcaköy kadınlarının tabii ki bu mücadelede yeri çok büyük. Aydın halkının sesini çok daha öteye taşıyorlar. Bunda tabii ki kullandıkları araçlardaki yaratıcılık, mesela komşu ilçelerde sahneye koydukları tiyatro oyunu, çok önemli. Sadece hukuki veya bilimsel alanlar içinden sürdürmüyorlar mücadelelerini. Hukuk ve bilim kendi içlerinde belli bir dil ve yöntemle işleyen alanlar ve bu alanların içine girmek bu dil ve yöntemleri kabul etmek demek. Bu da tabii ki tercüme edilemeyen şeylerin yok olmasına, duyulmamasına sebebiyet veriyor. Kızılcaköy kadınları, geliştirdikleri farklı yaratıcı platformlar ve araçlar sayesinde hukuk ve bilim içinde kaybolan ifadelerini de bu mücadelede yanlarına taşımayı, aktarmayı başarıyorlar. Ben de onlarla tanışma şansı bulduğum için ve bu projeyi onların desteği ile yaptığım için çok mutluyum. Fakat bence kadınların bu mücadeledeki yerini konuşurken kadınların çevre ile olan ilişkisini romantikleştirmemek lazım. Bu mücadele sadece Kızılcaköy kadınlarının sorumluluğu değil. Onların gücü ve kuvveti umuyorum ki farklı bölgelere de sıçrar ve bu emek, bu yük yöre halkı ve ötesi arasında paylaşılır.

Bienal bitince proje sona erecek mi? Daha sonrasında neler yapacaksınız?

Proje aslında Tasarım Bienali ile başladı diyebilirim. Son bir senedir yaptığım araştırma ile Aydın’daki incir ve zeytin üretiminin tarihini, jeotermal enerji yapılaşmasını, buna zemin hazırlayan hukuki ve bilimsel gelişmeleri, çevresel tahribatın boyutunu, zamansal, mekânsal ve maddesel yapısını ve buna karşı duran halkın kullandığı araçları inceledim. Çünkü bu olay yaklaşık on sene önce jeotermal enerji yapılaşmasının hızlanması veya 60’lardaki jeotermal kaynak araştırmaları ile başlamış bir olay değil. Buradaki olay aslında çok daha karmaşık bir yapıya sahip. Burada olanları incelemeye başladığımız zaman incir ve zeytin üretiminin tarihi, sulu tarım alanlarının gelişmesi, barajların yapılması ve bunlar gibi çevre, insan ve insan olmayan varlıklar arasındaki ilişkileri çok uzun zamanda düzenlemiş olan bütün yapılar teker teker karşımıza çıkıyor. Mesela sulama için açılmış kanallar sebebiyle yüzeye salınan jeotermal akışkanlar çok daha hızlı bir şekilde daha büyük bir alana yayılabiliyor. Bu olaya dahil olan aktörlerin fiziksel özellikleri, çevrelerini duyumsama şekilleri de birden bire önem kazanıyor. Mesela incir ağacı bora en duyarlı bitkiler arasında yer alıyor. Bor da bildiğimiz gibi jeotermal akışkanların içinde yüksek miktarda bulunan bir madde. Bu madde-varlık ilişkisi Aydın’daki çevresel hareket için çok önemli çünkü incir, insanlar ve başka bitkiler daha jeotermal atıkların etkisini hissetmeye başlamadan bunu görünür kılmaya başlıyor. Yaprakların çevresinde kahverengi bir halka meydana geliyor, meyvelerinde değişiklikler ortaya çıkıyor. Buradaki direnişi başlatanların da incir üreticileri olması tesadüf değil. Bu ağaçlarla seneler boyunca kurdukları ilişki sayesinde bu ağaçların farklı biçimlerdeki ifadelerini okuyabilen, anlayabilen insanlar incir yetiştiricileri. Bununla beraber bölgedeki incir üretimi tarihi, bununla ilgili yapılan düzenlemeler önem kazanıyor.

Aydın’daki bu ilişkileri ve JES yapılaşması ile olan etkileşimlerini anlamak için bir senedir yaptığım araştırmanın sonucunda ortaya çıkardığım malzemeler sergileniyor bienalde. Önümüzdeki iki sene boyunca da bu malzemeleri kullanarak bu çevresel tahribata karşı kullanabileceğimiz araçlar üretmeyi planlıyorum. Bunlardan biri halkın yaklaşık beş senedir çevrelerinde gördükleri değişiklikleri ve jeotermal akışkan salımlarını kaydettiği ve kanıt niteliği taşıyan görsel ve videoların düzenlendiği bir dijital arşiv olacak.

Aslında tasarımcı ve performans sanatçısınız. 2018 yılında, Pera Müzesinde “Bir Avuç Hak” isimli bir performans gerçekleştirdiniz. Sanatçı yönünüzle, Menderes Havzası’ndaki JES’lerin verdiği çevresel zarar yönünden bir performans, bir sunum yapmayı düşünür müsünüz?

Evet, bu da yapmak istediğim projeler arasında yer alıyor. Bu proje kapsamında da Büyük Menderes Havzası’nı jeotermal saha olarak ilan etmiş ve buranın geçmiş ve gelecekteki rolünü jeotermal enerji üretimi olarak belirlemiş düşsel anlatıya sanal gerçeklik ve kurmacayı kullanarak karşı duran, düğüm bağlama ve hikaye anlatımını araç olarak kullanan interaktif bir performans üzerinde çalışıyorum. Bunun için ağaç kabuklarından ip yapmayı öğrenmeye başladım. Bu teknik ile Aydın’daki kurumuş ağaçlardan ip yapmak, performans sırasında bu ipi kullanmak istiyorum.

Bitkilerdeki boru ortaya çıkaran bir düzenek üzerinde çalışıyorsunuz. Bu nedir? Bu yörede nasıl kullanılabilir?

Bu teknik, incir yapraklarında JES’ler sebebiyle birikmiş olan boru mutfakta bulunabilecek malzemeler aracılığı ile görünür kılmamızı sağlayacak. Bu tekniğin tabii ki bilimsel veya hukuki bir yaptırımı yok çünkü laboratuvar ortamında yapılan kontrollü bir deney değil. Fakat gücü de tam olarak buradan geliyor.

JES’ler şu an için havzanın çeşitli bölgelerinde yoğunlaşmış durumda ve etkileri de bu bölgelerde kuvvetli bir şekilde hissediliyor. JES’lere karşı mücadelenin Germencik ve Pamukören merkezli olması da bundan ötürü. Fakat, biliyoruz ki çevre durağan bir şey değil. Rüzgar, nehirler, dereler ve bunlar gibi bir sürü çevresel oluşum bu etkileri yavaş yavaş çok daha büyük bir alana yaymakta. Fakat, yukarıda da bahsettiğim gibi, insanların duyuları bu etkileri hissetmeye başladığı zaman bu konuda harekete geçmek için çok geç olabiliyor. Öbür yandan incir ağaçları, bora karşı çok hassas oldukları için bu etkileri bünyelerinde daha erken kaydetmeye başlıyor, bu çevresel tahribata farklı bir ölçekten bakabiliyor. Bu yüzden insanların bu yapılaşmanın etkilerini zamanında farketmeleri için bu ölçeği kullanmaları lazım. Bu teknik bize bunu sağlayacak. JES’lerin etkileri aslında bahçesine kadar gelmiş fakat bunu daha kendi duyuları ile hissedemeyen insanlar bu konuda incir ağaçlarının yapraklarına danışabilecekler. Bu da, umarım ki, insanların kendi avlularına JES kurulmasını beklemeden harekete geçmelerini sağlayacak.

Aydın’da yaşanan jeotermal enerji santrallerinden kaynaklanan çevre kirliliğini İstanbul Tasarım Bienaline taşıdığınız için yürekten teşekkür ediyorum.

 

[1] Aslı Uludağ

1990 İstanbul doğumlu Aslı Uludağ, lisans eğitimini The School of the Art Institute of Chicago’da tamamladı. Liseyi Robert Kolej’de okuyan Uludağ’ın tiyatro ve güncel sanatla olan yakın ilişkisi bu yıllara dayanıyor. Eğitiminin ardından çalışmalarında heykele ağırlık veren ve metalden plastiğe, ahşaptan life birçok farklı malzeme ile çalışan Uludağ, son zamanlarda performans ile aktive edilen uzun süreli yerleştirmelere geri dönüş yapıyor. Mimari yapılar, şehir düzenlemesi, sosyal, kültürel ve yasal kuralların oluşturduğu sınırları ve bu sınırların toplum üzerindeki etkisini, bu sınırların yönettiği hareketi, dolayısıyla yaşamı kontrol etmekle beraber yaşamı yansıtmalarını konu alan projeler üzerinde çalışıyor. Yarattığı enstalasyonlar, mimari yapılara benzer şekilde, kendi ya da seyircinin katılımı ile etkinleşiyor. Uludağ’ın uzun bir araştırma sürecinden doğan çok katmanlı projeleri, kavramı destekleyen şiirsel metinler eşliğinde sergileniyor. İşleri şimdiye dek Womanmade Gallery, The Ukrainian Institute of Modern Art ve Union League Club’da sergilendi.