Fatih 'te, iki renkli bina arasına sıkışmış, renksiz bir apartmanın en üst katında, komşularının ifadesiyle ‘mezar hayatı' yaşıyordu Nazan Öncel . 8 yıl önce ölen annesini bir yandan kendi dünyasında tutmak istiyor, diğer yandan da yavaş yavaş onun dünyasına giriyordu. Durum eve çağırdığı bir hurdacı sayesinde tesadüfen anlaşıldı.

Radikal Gazetesi'nin haberine göre; Harabeye dönmüş, karanlık, elektriği ve suları kesik evde, masaların üzerinde siyah beyaz fotoğraflar göze çarpıyor. Nazan Öncel'in ve kemikleri henüz defnedilen annesinin gençlik fotoğrafları yan yana… Büyük bir yığın gazetenin üzerinde ise ‘Akıldışılık Miti' adlı bir kitap var. Evin tavanına simsiyah sinmiş bu sıradışı geçmiş, bir korku filmi sahnesini andırıyor.

Nazan Öncel bizi kapının önünde bekliyor. Üzerinde sade ve temiz bir beyaz bluz ve yine düz siyah bir pantolon var. Ufacık bir tereddüt göstermeden üzerimize diktiği bakışlarıyla “Ne arıyorsunuz burada” diyor. Sigarasından sert bir nefes çekip, “Bir şey mi soracaksınız, buyurun” diyor kibarca. Soruları kısaca “evet-hayır” diye yanıtlıyor.
Baba Naci Öncel Ispartalı, anne Emine Öncel ise İznikli. Yıllarca çocukları olmayan çift, Nazan'ı evlat edinmiş, 1973'te ise bugün oturdukları apartmana taşınmışlardı.

Bir boya fabrikasında çalışan Naci Öncel, sonraları kanserden öldü. Bakkalda karşılaştığımız bir komşu, “Emekli ikramiyesiyle o evi aldı ama işi yüzünden de kanser oldu” diyor. 13 yıl boyunca sürekli annesiyle kavga ederek yaşayan Nazan Öncel'in üniversite mezunu ve ressam olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Hem annede hem de kızda biraz dengesizlik vardı ama…”

Başka bir mahalleli Nazan'ın küçüklüğünde dünya güzeli bir kız olduğunu ancak yıllardır insanlardan kaçtığını söylüyor. Babadan kalma 275 lira maaşla marketten her gün ekmek, sigara, su ve mum alarak 8 yıl annesinin (cesediyle) yaşamaya' devam eden Öncel eve yıllarca kimseyi almadı. Nadiren gelmek isteyen beş amcasını da kovuyordu. Komşulara da “Annem rahatsız biraz” diyordu.

‘Anneye bağımlılığın ötesinde bir rahatsızlık var'

Psikiyatri Uzmanı Dr. Mustafa Atanur'a göre ortada anneye bağımlılığın ötesinde, tedavi gerektiren bir rahatsızlık var:
“Buradaki vakada belli ki şizofrenik bozukluk paranoid söz konusu. Aşırı düşünce bozukluğunun ve paranoid hezeyanların bir sonucu. Mesela evin hali, kapının durumu eşyalar, pislik, yaşamla ilgili ilgisizlik, otistik içe dönük bir yaşam ve halüsinasyonlar… Tüm bunlar şizofrenik tipte bir reaksiyonu düşündürüyor bana. Normalde anne kaybı büyük bir travmadır ama temelde de hastalıklı bir yapı var. Yaşanılan bu hezeyan, realiteden kopma, hastalığının en önemli belirtisidir. Mesela baba denize gider, dönmez. Ölüm haberi gelir ama insan kabul etmez. Yaşıyor diye bekler. Bu inkârdır, kişinin öldüğünü inkâr etmedir. Ama burada ortada cenaze var, kemiklerle birlikte yaşamak var. Hasta şimdi gözleme alınacak ve tedavi edilecek. Ağır bir psikozun tedavisi yapılarak realiteye döndürülecek. Psikiyatri her zaman umutludur.”

O kitap ne anlatıyor?

‘Akıldışılık Miti: Plato'dan Uzay Yolu'na Kadar Aklın Bilimi' kitabı, 1993 yılında yazar John McCrone tarafından kaleme alınmış. Psikolojinin akıldışılık inanışından sıyrılabildiğinde nasıl gelişebileceğini ele alan kitap, insan akıldışılığının en renkli özelliklerine bakıldığında, hepsinin ortak bir psikolojik mekanizmayı paylaştığını ortaya koyuyor. Bu özellikler arasında ise delilik, rüyalar, gülüş, deha, hayalgücü gibi başkalaşmış durum ve duygular yer alıyor.