‘‘Şehrin en eski mahallelerinden birinde, Gâvur Mahallesi’nde yaşayan Ermeniler ‘Metz Xana’, Kürtler ‘Mezin Xana’ demişler. Sonra şehri kadimin lügatına ortak ad olmuş Mazxana (Büyük Ev)” tanımıyla açılıyor sergi. Bu ‘büyük ev’de, sofrasından kuşsütü eksilmeyenlerle sofra dahi kuramayanlar bir arada yaşıyor. Diyarbakır’da açlığın sınırında 4 bin 500-5 bin civarında aile var. Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği’nin kuruluş amacını ‘sadaka kültürü’nü kurumsal düzeyde yürütenlere, fotoğraflarıyla başka bir yol göstererek anlatıyor Hüsamettin Bahçe. Yoksulluğa öylesine değil de, ‘böylesine’ bakmak için, Beyoğlu’na, Cezayir Toplantı Salonu’na uğrayın. 

‘Yaşı yaşsız kız çocuğu’ 
ADNAN BİNYAZAR 

Diyarbakır sokaklarında çocuklara yaşlarını soramıyorum. Yedi-sekiz sanıyorum, on dört-on beş çıkıyor. Onlar hep bu odalarda yaşıyor. Yaşı ‘yaşsız’ bu kız çocuğuna bakın; ayakları yalın, ama çağdaşlığın örtüsü üstünde... Duruşu nasıl saygılı, nasıl soylu!.. Kendini doğaya uydurmak, hayvana özgüdür; insan olan ‘insan’, doğanın bir parçası olmaya direnir, doğayı kendine benzetir; kim bilir o tek odada kaç kişi yaşıyor! Ama odanın düzenine, temizliğine bakın! 




‘Nice sus kadın, nice küs erkek’ 
MURAT UYURKULAK 

Orada bir yerlerde, sert rüzgârlarda kırbaç gibi yüze vuran uçsuz bucaksız sarı topraklar, suyun kıymetini bile bile büyümüş sert kırmızı elmalar, kadim kentlerin ortasından ağır ağır akan destansı yeşil ırmaklar var diyorlar. Diyorlar ki bir gitsen görsen bir daha unutamazsın, o toprakları, o dağları, o suları, o binaları. Ben de diyorum ki, hayır, hayır! Toprağınız, dağınız, suyunuz, binanız sizin olsun. Ben, insanları istiyorum. Aynı göğü paylaştığım nice ak çocuğu, nice sus kadını, nice küs erkeği... Alnı ak, başı dik yaşamaya ant içmiş kardeşlerimi... 



‘Kaybettikleri her şeye rağmen bir halayın ucunda’ 
OSMAN BAYDEMİR 

Binyıllardan beri sofrasındaki aş, çocuğundaki gülüş, kapısındaki komşu eksiltilen bu kadim coğrafya, hâlâ ayakta... Onu ayakta tutan zamana dayanıklı Surlar’ından, bir zamanlar kapılarından geçen katarlardan, çarşılarında satılan ipekliler, âlimlerin kaleminden dökülen felsefeden başka bir şey değil elbet. Bir sırtlık evleriyle bu kente göçüp gelmiş, yoksullukları adeta bir kader gibi boyunlarına geçirilmiş bu coğrafya için bilinmesi gereken tek şey var, o da yoksulluğun bir kader olamayacağıdır. Yoksulluğunu, yoksunluğunu, göçebeliğini ve bütün acısını dilindeki zılgıtla birbirine siyah taşlar gibi dayadığı omuzla yenmeye çalışan kadınlar, erkekler ve çocuklar, kaybettikleri her şeye rağmen, bir halayın ucunda var olmaya çalışıyorlar. Onları Surlar gibi ayakta tutan, zamana karşı dayanıklı yapan da, bu dayanışmanın umudu ve halayın sevincidir. Sırtını dayadığı Surlar’ın verdiği asalet ve cesarettir. 



‘Sokak: Yoksulların zenginlİği’ 
RAGIP DURAN 

En kuytu, en karanlık ve daracık sokakta bile mutlaka bir aydınlık. Üstelik kadim kentlerin sokakları zengin konaklarından daha zengin. Çeşmedir, bakkaldır, büfedir, terzidir, kahvedir, berberdir, sokağın bir yerinde bir merkez her zaman var. 24 saat yaşar. Kürsü yoksa, Yılmaz Güney usulü çömelir mahalleli duvarın kenarına. Dünyanın en büyük haber ajansından daha kapsamlı bir şekilde haber, yorum, dedikodu, fıkra pişer köşe başında. Çocuklar ağlarken, büyükler gülerken. Demir kepenkler, bazen işgünü de olsa açılmaz buralarda. Kafeslerin ardından zengin sokağın kendisi dimdik ayakta. Çünkü ne kadar uzun süre çömelmiş olsa da mahalleli, eninde sonunda ayağa kalkıp gidecek duvarın dibinden. Nereye ki? 



‘Ekmek kapısı olacağına silah deposu oluyor’ 
RAKEL DİNK 

Milyonlarca dönüm toprak sürülüp ekmek kapısı olacağına, silah depoları olup ölüm ve dehşet saçıyor. Bu güzel insanlar, duvar dibinde, kaldırımda, çıplak ayaklarla, yoksulluğa, evsizliğe rağmen gülen yüzlerle birlikteliğin tadını yansıtıyor. Tatlı bir bebeğin yarınların kendisine ne getireceğini bilmeden güvenli kollarda böylesine mışıl mışıl uyuyabiliyor olması, insanlara huzur ve umut veriyor. 



‘Evin kedisi Pelüş görünmüyor’ 
MIGIRDİÇ MARGOSYAN 

Boşaltılmış köylerinden sürgün edilmiş bu çocukların gelip sığındıkları Diyarbakır Xençepek’teki bu viranelerde sergiledikleri bu tablo karşısında, keşke şunu yazabilseydik: ‘Kimisi okul dönüşü sütlü, kimisi muzlu sütünü bir taraftan içerken, beri taraftan ellerindeki kumandalarla televizyondan hararetli bir basketbol maçını izleyen öğrenciler... Arka planda görünen genç, az ötedeki kapalı spor sahasında arkadaşlarıyla tenis kortunda buluşmak üzere elindeki raketiyle yola çıkmak üzere... Evin kedisi Pelüş, yan odada yastıklar arasında kıvrılıp yattığı için fotoğrafın bu karesinde görünmüyor...’ 



‘Yoksulluğun resmini çizebilir miyiz?’ 
OYA BAYDAR 

Gözlerinde korku mu var, şaşkınlık mı, utanç mı? Tek serveti çöpler olanın çöplerini de kaybedeceği korkusu, iş üzerinde yakalanmış olmanın şaşkınlığı, çöpler arasında eşelenen çöp çocuğu olmanın utancı. Gözlerinde yoksulluğun acısı değil sadece, tüm yoksunlukların kuyular kadar derin gölgesi var. Özenle ayıklanan, toplanan çöpler... Özenle yitirilen yaşamlar, yok edilen insan onuru, yaşanmamış çocukluk... “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye soruyordu Nâzım. Peki, biz yoksulluğun resmini çizebilir miyiz utanmadan? 



‘Açlık en büyük adaletsizlik’ 
AHMET TÜRK-AYSEL TUĞLUK 

Bu coğrafyada kadın olmak, çocuk olmak zordur. Ölümler, yoksulluk, yoksunluk, devasa acılar, yalnızlık ve umarsızlıklar, yaşananların trajik dozunu daha da artırmaktadır. Açlık, her şeyden önce en büyük adaletsizliktir. Bunca acı, yoksunluk, trajedinin insanları vicdani, ahlaki, insani ve politik sorumluluk konusunda bir arayışa, özveriye, çabaya yöneltmesi gerekirken, gelin görün ki zaaflı insanoğlu hırsını ve bencilliğini sahte ve yapay bir biçimsellikle tatmin etmeye uğraşıyor. Bu haliyle benimsenmiş tarzın sonuçlarını trajedi olarak yaşadığımızı büyük bir huzursuzlukla söyleyebiliriz. Herkesin payına bir şeyler düşüyor haliyle. Bu resim, hepimiz için iyi bir hatırlatmadır aynı zamanda. 

‘Kalpsiz bir dünyaya katlanmak için’ 
ERTUĞRUL KÜRKÇÜ 

Büyüdüklerinde, başlarının üzerinde taşıdıkları kitapta “Erkekler, kadınlardan üstündür, çünkü Allah onları birçok şeylerde kadınlardan üstün etmiştir, çünkü onlar, kadınları, mallarıyla geçindirirler, doyururlar; iyi kadınlar da itaatli olurlar” yazdığını fark bile etmediklerine üzülmeyecekler büyük olasılıkla. Yüzlerini göğe çevirerek ‘kalpsiz bir dünya’ya katlanmak için tahammül gücü dilemek yerine yeni bir dünyanın kurucuları arasına katılmış, kendileriyle birlikte bütün insanlığın kurtuluşuna bir adım daha yaklaşmış olacaklar… Bu boş bir umut değil. Önceki kuşağın kendilerine bıraktığı ışığın içinden baktığımızda, hiçbir şeyin onları kendilerini bekleyen özgür geleceğe ulaşmaktan alıkoyamayacağını gün gibi görüyoruz…



‘Paylaşmakla toklar aç kalmaz ama açlar doyar!’ 
AMED ÇEKO JİYAN 

Teknolojinin en yüksek aşamasına geldiği ve tüm insanların rızkının demir ve çelik makinelerle üretilebileceği günümüzde, hâlâ dünyamızda, ülkemizde, şehrimizde, kapımızın önünde, milyonlarca insan, her gece aç bir karınla başlarını yastığa koyuyorlar. İnsanlığın ayıbı olan yoksulluk, toplumsal bir hastalıktır ve baldırı çıplaklar ile kimsesizlerin başına beladır. Paylaşmakla toklar aç kalmaz, ama açlar doyar!

‘Benim, başı dik olan!’ 
DİLAWER ZERAQ 

Tarihim ben! Ferman tanımaz, zengin ve dimdik ayakta… Mağrur burçlarımdır bunlar! Benim, başı dik olan! Benim, sizlerden geriye kalmış virane ve harabelerin içinde dediği dedik. Benim, tarih ve insanlık dolu zenginliğiyle yüzünüzü ‘kapkara’ boyayan!



‘Düzmece evliliğin boyunduruğu’ 
LAL LALEŞ
 
Birlikte evcilik oynardık kış gecelerinde, isyan baharlarında Newroz’u kutlardık. Kırlardan çiçek toplardık okul defterlerimizin arasında kurutmak için. Kayan yıldızlarla dinginlik içinde usul usul uykuya daldığımız göğü berrak bir gecede, annelerimizle babalarımız, gülü vakti erişmeden kurutan ve hayatı delik deşik eden kötülük suhteleriyle el ele, hayatlarımızı kaydırdılar. Annelerimizle kız kardeşlerimiz, babalarımızla erkek kardeşlerimiz, iki saman çuvalı gibi yan yana koyup düzmece evliliğin boyunduruğuyla ateşe verdiler bizi.