Günahsız, sessiz çoğunluk adına "vekâleten" yazdım
Kitabın kapağındaki ayakkabı, kimseye zarar vermeden çalışıp daha iyi yaşamayı hayal ederek hayatını sürdürenlerin, suçlulara attığı bir ayakkabı. Adi suçlular değil; birbirimizden nefret etmemize yol
açan karar vericiler, yediğimiz besinlerin genetiğini değiştirenler, denizlere balık çiftlikleri kurup denizi kirletenler, hepsi... Dünyayı yavaş yavaş yaşanması imkansız bir yer haline getiren herkes. Azınlıktalar
ama bazen bazı grupları simgeledikleri için o gruplara ait günahsız, sessiz çoğunlukların da birbirlerinden nefret etmelerine sebep oluyorlar. Uçlarımızı sivriltiyorlar, kimliklerimizi ayrıştırıyorlar. Normalde kendi halinde sakin, barışsever insanlar olarak yaşayıp gideceğimiz halde, hepimiz birbirimize batmaya başlıyoruz. Ben işte bu çileden çıkmış "iyi" insanlar adına, "vekâleten" fırlatıyorum orada o ayakkabıyı.

Bu ülkedeki, bu gezegendeki insanlar arıza vermeye başladı. Yeryüzü geleceğe dair en umutsuz dönemini yaşıyor” diyor kitaba başlarken, ama sonra şöyle bitiriyor: “Hâlâ inanıyorum ki son gülen ve en
gevrek gülen, silahsız, işinde gücünde, sakin, ahlaklı, kibar, sessiz
çoğunluklar olacak.” Yani sonunda, elinden ayakkabı fırlatmaktan fazlası gelmese bile tepkisini göstermekten çekinmeyenler kazanacak.


Kitabın kapağı için belli ki Bush"a ayakkabı fırlatan Iraklı gazeteciden
ilham almışsınız...
Evet, o olaydan sonra çok popüler bir protesto gösterisi haline geldi
ayakkabı fırlatmak, hatta eline ne geçerse fırlatmak... Son olarak
ayakkabı fırlatan Muntazır"a da ayakkabı fırlattılar hatta!


Domatesin, yumurtanın yerini ayakkabı aldı yani...
Aslında Ortadoğu"ya ait bir şiddet şekli bu. Sokakta kavga edenler ilk
öfke anında ayakkabılarını çıkarıp karşılarındaki kişinin kafasına vururlar mesela. Ya da evde anneler, yaşlı teyzeler terliklerini çıkarıp
fırlatırlar. Biz bu domestik şiddet biçimine alışkındık ama Batı tanımıyordu, onlara çok farklı geldi. Bunun ciddi bir siyasi tepki niyetine
yapılması mizahın doğasına ve zamanın ruhuna da çok uyuyordu.
Artık sessiz çoğunluğun sinirlenmeye, öfkesini göstermeye başladığı bir dönemdeyiz. “Yetti be” noktası bu! Hem dünyada hem Türkiye"de... O sessiz çoğunluğun tek elinden gelen de, düşmanın kafasına ayakkabı fırlatmak belki. Bana çok masum, sevimli geliyor.


KONUŞURKEN BİLE KORKUYORUZ
Niçin mizah en iyi silah ve en iyi ilaç? Hangi acılara iyi geliyor, hangi
kötülüklere savaş açıyor?
İçinde şiddet barındırmamasına rağmen, etkili bir silah mizah. Bir
şeyin şiddetini, kuvvetini azaltmak istiyorsan bunu mizahla şahane bir
şekilde yapabilirsin. Muhteşem de bir ilaç ayrıca. Acıyla ve belayla yüzyüze geldiği zaman bazıları ağlar, bazıları öfkelenir, bazıları isyan eder. Benim gibilerse hafifletici unsur olarak "şaka" yapar. Hiciv, acıya
sebep olan şeyin veya kişinin etkisini hafifletebilmenin bir yolu.


Mizah yapan kişi suçlulara “Ne yaptığınızı biliyorum, her şeyin farkındayım” mesajını iletmiş oluyor belki de...
Ve bu onları kızdırdığına göre işe de yarıyor. Sizinle ilgili bir şakaya
gösterdiğiniz tepki, karakterinizle ilgili önemli ipuçları verir. Hoşgörü
biraz daha yüksek ruhlara, kendiyle derdi olmayan karakterlere özgü bir
şey. Şakalar karşısında sert durmak, kızmak, onları yasaklamak ise tam tersi... Ben herkesin her konuda şaka yapabileceği ve bu yüzden
cezalandırılmayacağı bir ülkede yaşamayı hayal ediyorum.


Zor mu bu ülkede mizah yapmak?
Özgür değiliz. Sadece karar vericilerin hoşgörüsüzlüğüyle ilgili değil bu. Kendi içimizde de fena halde gerildik. Yanlış anlaşılma korkusu yüzünden, konuşurken, yazarken kelime seçmeye bile korkar olduk. Herhangi bir konudan bahsederken farkında olarak veya olmayarak seçtiğiniz jargon, sizin tarafınızı, hatta kampınızı belirliyor artık. Kürt sorunu mu, Güneydoğu sorunu mu, terör sorunu mu desek diye düşünürken artık hiç konuya girmemeyi tercih edebilirsiniz! Avrupa Yakası"nda Gaffur"un adı yüzünden Vakit Gazetesi"nin tehditlerine maruz kalmıştık mesela. Aslında olgun, zeki, tatlı, hoşgörülü, mizahı seven ve şaka kaldıran bir halkız, ama şaka kaldırmayanların sesi daha çok çıktığı için mizahçıların işi her geçen gün zorlaşıyor. Gruplara bölündüğümüz ve herkes kendi kimliğini, yaşam tarzını kararlı bir şekilde adeta bir bayrak gibi taşımaya başladığı için böyle oldu.


ŞAHİKA"NIN GİYSİLERİNİ NASIL SEÇTİ
Türk televizyon tarihinin unutulmayacak dizilerinden birini yarattınız. Niçin bu kadar sevildi sizce Avrupa Yakası?
Benim ve arkadaşlarımın zevkle seyredeceği bir dizi olsun istedim.
“Halk şöyle şöyle hikâyelere bayılıyor abi” diyerek formüller dayatan yapımcılar var ya, onlara sinir oluyorum. Sen bırak halkı, kendi seveceğin programı yap, onun müşterisi varsa vardır.


Belki kendi düşük zevkini “Halk böyle istiyor” diye yutturuyordur.
O ayrı. Ama işte ben bu konuda açık oldum ve seyretmekten zevk alacağım diziyi yapmaya çalıştım.


Geçen hafta Elif Şafak"a da sormuştum; yazarlık ve oyunculuk,
bir karakter yaratırken onu her şeyiyle anlamak gerektiği için benzer meslekler gibi geliyor mu size de?
Kesinlikle öyle. Bir karakter yaratırken onu en yakın arkadaşımmış gibi tanımaya çalışırım. Senaryoda hiç kullanmayacak bile olsam ona dair
ayrıntıları sayfalarca yazarım. Şahika"nın ortaokulu, liseyi nerede
okuduğu, orada kimlerle niçin kavga ettiği, en yakın arkadaşları, çocukluk aşkları; bunların hepsini bilmeliyim. Dergilerden resimler kesip yapıştırarak onun gardırobunu bile hazırlıyordum. Onları giymeyecek ama benim karakteri tanımama yardımcı olacaklar. Dilber
Hala"nın varis çorabı mesela... Bunları bulup oyuncuyla paylaşıyordum. Ondan sonra da ortak bir yaratım süreci başlıyordu. Oyuncu karakterin halini, tavrını, vücut dilini, yürüyüşünü, mimiklerini, sesini bulup çıkarıyor, bu noktadan sonra da siz artık daha kolay yazmaya başlıyorsunuz. Çünkü artık yazarken onun sesini de duyabiliyor veya yürüyüşünü hayal edebiliyorsunuz.

"Yoksa ben Burhan gibi miyim" diye kendimden şüphe ettim'
Gülse Birsel"in yarattığı Avrupa Yakası sadece benim değil birçok kişinin favori dizisi, bir TV fenomeniydi. Sadece lezzetli diyalogları, nefis kadrosu ve kaliteli prodüksiyonu değil, karakterleri yüzünden de... Dizinin tatlı, temiz bir mizahı vardı. Tüm o üçkağıtçı, güvenilmez, kaba, budala, bencil, rahatsız edici, zevksiz, görgüsüz, çirkin karakterlere bakın... İlk geldiklerinde kaçıp kurtulmak istiyordu insan. Fakat sonra
muhteşem bir şey oluyor, karakterlerin güvenilmezlikleri, kabalıkları, budalalıkları, zevksizlikleri, üçkağıtçılıkları değişmese de, siz onları sevmeye, şefkat duymaya, bağlanmaya başlıyordunuz. Sevilmediklerini,
hiç sevilmeyeceklerini sanan küskün ve dikenli kişilerin sevilebilir olduklarını görmelerine izin verdiği, onlara bu kadar iyi kalpli davrandığı için de Avrupa Yakası"nı çok seviyordum. Gülse Birsel"i bulunca bunu
da sordum. “En berbat karakterlerimizin bile iyi tarafları olsun, hatta seyirci ara sıra onunla da özdeşleşebilsin istiyordum” diye cevap verdi. “Ayrıca Cem veya Aslı gibi iyi karakterler de birçok yönden arızalıydı.
Sonuçta iyisiyle kötüsüyle insandı hepsi. Toplumda da farklılıklarımıza rağmen bir arada yaşamayı öğrenmek zorundayız, tıpkı bunun gibi.” En çok hangisini sevdiği sorusunu ise anne şefkatiyle cevapladı: “Hepsini seviyordum ama Burhan kulağıma konuşur gibiydi, çabucak bitiyordu sahneleri. Kendimden şüphe etmeye başlamıştım, "Burhan gibi biri miyim ben yoksa" diye. Bülent Onaran ve Dursun da gelip laflarını kendileri dikte ettiriyordu sanki bana.” HT