Bu hafta size bir yerlerde okuduğum ve çok etkilendiğim ders çıkarılacak bir padişah öyküsü anlatmak istiyorum. Yaşamımızda hiçbir şey göründüğü gibi değildir, hiçbir yaşanan da tesadüf değildir...
 
 
Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz  hiç değil.
 
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
“Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?”
“Akşam garip bir rüya gördüm”
“Hayırdır İnşallah?”
“Hayır mı  şer mi öğreneceğiz”
“Nasıl yani?”
“Hazırlan dışarı çıkıyoruz”
 
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola görünen o ki, padişah hala gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara salınır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha dikkatli bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar sorarlar;
 
“Kimdir bu?”
Ahali: “Aman hocam hiç bulaşma” der. “Ayyaşın meyhusun bir işte……….”
“Nereden biliyorsunuz?”
“Müsaade et de bilelim yani, kırk yıllık komşumuz…”
Bir başkası tafsilata girer;
“Biliyor musunuz, der aslında iyi sanatkardır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar… Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine…
Hele yaşlının biri çok öfkelidir. İsterseniz komşulara sorun” der: “Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?”
 
Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!
 
Tam vezir toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu;
“Nereye?”
“Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım”
“Millet bu çeker gider kimseye bir şey diyemem…. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlamak gerek”
“iyi ya saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden”
“olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha”
“peki ne yapmamı emir buyurursunuz?”
“Mollalığa devam……Naaşı kaldırmalıyız en azından”
“Aman efendim, nasıl kaldırırız?”
“Basbayağı kaldırırız işte”
“Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var tekfini, telkini…”
“Merak etme ben beceririm”
“Ama önce bir gasilhane bulmalıyız”
“Şurada bir mahalle mescidi var ama…”
“olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?”
“Ne bileyim Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden”
“Ayasofya ile Süleymaniye de devlet erkanı çoktur”
“Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin”
“Hadi yüklenelim..”
 
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşuşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa.. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza… Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha….. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
 
“Sultanım der. Yanlış yapıyoruz galiba”
“Nasıl yani?”
“Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadık buraya getirdik cenazeyi, Kim bilir belki hanımı vardır. Belki yetimleri?”
“Doğru öyle ya neyse…. Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim”
 
Vezir cüzüne tespihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.
 
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
 
“Hakkını helal et evladım” der, “Belli ki çok yorulmuşsun”
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar…. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki.
Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından…
 
“Biliyor musun oğlum?” Diye dertli dertli söylenir…..
“Bizim efendi bir alemdi vesselam.. Akşamlara kadar nalın yapar.. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya”
 
“Niye?”
“Ümmeti Muhammed içmesin diye”
“Hayret…”
“Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi”
“Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım” derdi.
“Öylese şimdi dinlenmeniz gerek…”
 
 O çeker gider, ben menkibeler anlatırdım onlara Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum.
 
“Bak sen millet ne sanıyor halbuki…”
“Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş  o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli”
“Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?”
“İşte bu yüzden Nişancı’ya, sofular’a uzanırdı ya…”
“Hatta bir gün; Bakasın efendi dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek inan cenazen kalacak ortada…”
“Doğru öyle ya?”
“Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye, Ama ben üsteledim iş mezarla bitiyor mu dedim. Seni kim yıkasın kim kaldırsın?”
 
“Peki o ne dedi?”
 
Önce uzun uzun güldü, sonra;
 
“Allah büyüktür hatun, “HEM PADİŞAHIN İŞİ NE?” dedi.