Yeni kitabının adı, 'Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar'... Gazeteciliğin ölümünü, kağıdın teknolojiye yenilmesi ve basın özgürlüğünün önündeki engeller olarak gören Haluk Şahin, sosyal medyanın etik sorununun ilkokullarda ders olarak okutulmasıyla çözülebileceğini düşünüyor...
 
Gazeteci-yazar Haluk Şahin, iletişim alanında Türkiye'nin duayen isimlerinden biri. Geçen yıl Radikal Gazetesi'nden ayrılmasının ardından TV8'deki günlük televizyon yorumlarını da bıraktı. Şimdi bütün ilgisini Bilgi Üniversitesi'nde ders verdiği öğrencilerine ve kitaplarına veriyor. Say Yayınları'ndan çıkan yeni kitabı 'Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar'ı Radikal'den ayrılma süreciyle başlatıyor ancak bu bir hesaplaşma kitabı değil, genel bir medya fotoğrafı çekiyor. Amacı eğer hesaplaşma olsa bunun bir anı kitabı olacağının altını çizen Şahin, '40 yıldır bu işin içinde olan bir insan olarak, şu anda nerede bulunduğumuzu tespit etmek için yazdım bu kitabı' diyor.
 
- Kitabınızın adı çok karamsar... 
Sorun çok ciddi, hastalık çok ağır. Çünkü bu bir taraftan bütün dünyayı sarsmakta olan büyük bir salgının Türkiye'ye yansıması ama onun ötesinde o hastalığın Türkiye'de çok ağır geçmesiyle bağlantılı bir durum. Zaman zaman, 'bu meslek öldü mü?' diye soruyorum kendime sonra bazı canlılık emarelerine baktığımda, öldü demek için henüz çok erken olduğunu görüyorum. Türkiye, demokratik bir ülke olarak kalacaksa gazetecilik ölmemeli. Çünkü demokrasi ve özgür medya arasındaki ilişki, yapay ya da ikincil değil tam tersine iç içe geçmiş, biri olmazsa öbürü olmaz türünden...
 
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ  DEMOKRASİ  ÖLÇÜTÜDÜR 
- Kitabınızda da 'Demokraside fazla söze gerek yok dönemine girdik' diyorsunuz ama bir grup gazeteci, siyasetçi ve entelektüel de demokratikleştiğimizi söylüyor.... 
Nesnel verilere bakmalı. Nasıl dünyanın belli başlı üretim koşullarına ve ölçütlere bakarak ekonomimizin  16. ya da 17. olduğunu iddia ediyor ve buna seviniyorsak aynı şekilde uluslararası insan hakları ve basın kuruluşlarının Türkiye ile ilgili değerlendirmelerine de değer vermek ve onları ciddiye almak zorundayız. Gerek ABD'deki gerek Avrupa'daki insan hakları kuruluşları ve özellikle basın değerlendirme kuruluşları, Türkiye'nin basın özgürlüğü açısından çok gerilerde olduğunu gösteriyorlar. Basın özgürlüğü dünyanın her yerinde o ülkedeki demokrasinin kalitesinin en önemli ölçütüdür. Bunu Sayın Başbakan da söylüyor. Bunun da ötesinde tek başına bir tespit olmasa da hapishanede 70'e yakın gazeteci var. Demek ki basın özgürlüğü açısından Türk demokrasisinin çok ciddi bir açığı var. 
 
- Hapisteki gazeteciler demişken Uluslararası Basın Enstitüsü'nün, Dünya Basın Özgürlüğü Kahramanı Ödülü verdiği Nedim Şener'in hapiste olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uluslararası Basın Enstitüsü'nün  60. kuruluş yılında Viyana'da Nedim Şener'e ödül verilmesini yerinde gördüm, heyecanlandım ve bir bakıma da üzüldüm. Çünkü o tarihte, 60 kişilik o listede, en fazla basın kahramanı olan ülke Türkiye'ydi. Abdi İpekçi, Hırant Dink ve Nedim Şener... O törende, ödülü kabul ederken Nedim Şener de bunun çok acı bir şey olduğunu dile getirmişti. Ne hazindir ki 6 ay kadar sonra, çok tartışmalı bir iddia sonucu kendini hapishanede buldu. Bu tabii dünya kamuoyunun dikkatinden kaçmadı. Öyle zannediyorum ki 22 Kasım'da yapılacak olan duruşmada pek çok yabancı basın kuruluşu olacaktır. 
 
GAZETECİLER ROMANTİK ŞÖVALYELERDİR
- Mesleğinizi icra ediş biçiminizi biraz da 'romantiklik' olarak tanımlıyorsunuz. Bu krizi yaratan o romantizmin kaybolması mı?
Asıl kriz bu zaten. Yani gazeteciliğin ne olduğu, ne işe yaradığıyla ilgili olan kriz. Can çekişmenin temel nedeni de bu. Çünkü gazeteciliğin ruhunda romantik bir misyon duygusu yatar. Bu misyon duygusu gazetecinin demokrasi şövalyesi olduğu ve halkın gerçekleri öğrenme hakkı adına gerekirse hapse girmeyi, gerekirse hayatını feda edebileceği romantizme dayanır. Biz gazetecilik okullarında öğrencilere sadece gazetecilik tekniklerini öğretmekle sınırlı kalmayız. Hayatım boyunca öğrencilerime ve arkadaşlarıma 'Gazetecilik öyle bir meslektir ki o romantik misyon duygusuyla yapılırsa sizleri asil kılar. Ama öyle yapılmayıp harcıalem bir meslekmiş gibi gündelik küçük çıkarların aleti haline dönüştürülürse sizi rezil de edebilir.' Maalesef günümüzde gittikçe daha fazla bu ikinci seçeneğin kullanılmakta olduğunu görüyoruz. 
 
- Bu sadece gazetecilerin suçu mu?
Tabii sadece bireysel zaaflarla açıklanabilecek bir şey değil, yapısal olarak da medya değişiyor ve romantik misyon duygusu yerine gündelik çıkarlarla hareket eden gazeteciliği daha makbulmüş gibi gösteriyor. Gazeteciler de bu yeni çerçeve içinde kendilerini başarılı ilan edebilmek için o sistemin beklediği şeyleri yapmaya başlıyor ve gazetecilik tükenme noktasına doğru hızla ilerliyor.
 
- Türk basınında şövalye kalmadı mı?
Hala etrafta gazeteciliği o şövalyelik duygusuyla yapan, tam misyonunun farkında olmasa da yaptıklarıyla bunu ortaya koyan gazetecilere rastlıyorum, çünkü bu genetik bir şey. Bizler gazeteciler olarak haksızlıklarla mücadeleyi, olgularla ifşa ederek yapmakta olan insanlarız. Ama sistem o arkadaşlarımızın meyvelerinin pazara çıkmasına engel oluyor. 
 
- Gazeteciliğin can çekişmesine neden olan teknolojik gelişmeler anlamında Türkiye'yi neler bekliyor?
Hemen, hemen bütün ülkelerde gazeteler genç okur edinmekte zorlanıyor. Bunu sınıflarımda da görüyorum, gazete değil, internet portallarını, hatta onları da değil sosyal medyayı takip ediyor gençler. Bu net bir şekilde neyin, nasıl değişmekte olduğunu gösteriyor. Bu bir felaket değil ama gazeteciliğin     400 yıllık geçmişinde imbikten damıtılırcasına evrensel bir anlaşma ortaya çıkmış. Aynı şeyi sosyal medyalar için söyleyebilmek mümkün değil. Bir taraftan müthiş demokratik bir potansiyel var, telefonlar sayesinde artık herkes bir haberci ve yayıncıdır. Bu fevkalade güzel bir şey fakat kötüye kullanılma olasılığı da var. Van depreminde net örneklerini yaşadık. 
 
- Bu nasıl filtrelenir; mümkün mü?
İnsanların hala henüz cevabını bulamadığı konulardan biri bu işte. Gazetecilik okullarında insanlara meslek etiğini okutuyoruz ama herkes haberci olduğu zaman insanları aynı etik bilinçle donatmak lazım. Bu da o kadar kolay bir şey değil.
 
- Teknoloji, etik duygusundan hızlı. 
Tabii... İnsanlar sadece gazete okumuyor, televizyon izlemiyor; aynı zamanda Twitter'den mesaj gönderiyor, Facebook'tan muhabbet ediyor, Youtube'den başkalarının çektiği şeyleri görüyor... Yeni bir medya kulanım tarzı ortaya çıkıyor, bir kokteyl ama genellikle sosyal medyanın son aktarıcı olduğu bir biçime geçiyoruz. Gazeteciliğin haberi  doğrulatması refleksinin bireysel düzeyde de geliştirilmesi gerekiyor. Bunu belki ilkokuldan itibaren insanlara öğretmemiz gerekecek. Sosyal medya kullanma eğitimi bence çağdaş eğitimin ayrılmaz bir parçası haline gelmeli. Sosyal medyadan aldığınız bilgiler istismara açık.
 
Bu bir kuyruk acısı kitabı değil
- Kitap Radikal'den ayrılmanızla başlıyor... 
Bu benim Radikal'den çıkarılmamla hesaplaşma kitabı değil. Kendi başıma gelenden yola çıkarak 'ne oluyor' sorusunu aynı zamanda daha büyük çerçeve içinde de sormaya gayret ettim. Yoksa ben bunu tamamen 'yeni bir yönetimin bir köşe yazarını tasfiye etmesi' olayı olarak da görüp ileride anılarımda yazmak üzere bir kenara koyabilirdim ama yaşadıklarım 'dur yahu ne oluyor' sorusunu başka biçimlerde de sormama neden oldu. Radikal'den çıkarılmam yazılı basında yer almadı ama sosyal medyada günlerce konuşuldu. Bu şu demek: Demek ki haber denen kavramın zemini de kaymış! Artık haber, ille de bizim gazetede okuduğumuz şey değil. Hatta gazetelerin hiç görmediği çok önemli haberler var. O nedenle bu kitabı yazdım. Kitapta da söylüyorum, işten çıkarılmamla ilgili ileri sürülen gerekçelerin aslında gerçeğe tekabül etmediği olgularla ortaya çıktı. Hani o sokak yazarları neredeler? 
 
- Nasıl görüyorsunuz Radikal'in şu anki durumunu?
Üzülüyorum, bir sürü iyi şey var içinde, birçok da iyi yazar. Keşke başarılı olsaydı. 
 
- Yine yazılı medyada bir gün yazarım diyorsunuz, böyle bir beklenti var mı?
Gündelik televizyon haberciliği ve yorumculuğundan ayrıldım. Uzun yıllar bir işi yaptıktan sonra onu iyi yaparken bırakmak bence bir erdem. 60 Minutes yorumcusu Andy Rooney, 92 yaşında televizyondaki köşesini bıraktı ama 'Yazarlığa devam edeceğim' dedi. Çünkü yazarlığın emekliliği yoktur, söyleyecek bir şeyiniz olduğu sürece yazmaya devam edersiniz. Türkiye'nin en çok okunan yazarı değilim, hiçbir zaman da olmayacağım. Zaten öyle bir şey de istemiyorum ama Türkiye'nin tartışma yelpazesinde benim söyleyebileceğim ve söylemediğim zaman eksik kaldığını düşündüğüm bir yelpaze kıvrımı hala var.
 
Hükümet medyaya 'adam adama markaj' uyguluyor
- 'Medyada ipler başkalarının elinde' diyorsunuz kitapta, kimin elinde?
Türkiye'de medya sahipliği yapısı 90'lardan itibaren çok ciddi bir dönüşüm geçirdi. Bu dünyanın başka yerlerindeki dönüşüme paralel bir şey. 1990'lardan itibaren televizyonun özelleştirilmesi sonucu çapraz medya mülkiyeti yaygınlaştı ve o ana kadar medyanın içinde olmayan birtakım sermayeler medyaya girmeye başladı. Bunlardan bir kısmı doğrudan ticaret ve sanayi sermayesiydi, bir kısmı da dinsel tarikat sermayesiydi. Yani gazeteciliği bir araç olarak kullananlar çoğaldı. 2000'li yıllara böyle bir yapıyla geçtik. Adalet ve Kalkınma Partisi 2002 yılında güçlü bir şekilde iktidara geldi ve gittikçe artan gücüne dayanarak medyayı kendi istediği şekilde biçimlendirme, tasarımlama çalışmalarını yürüttü. 
 
- Sizin de kitabınızda dikkat çektiğiniz biçimde bu bir ilk değildi ama... Milli Birlikçilerin, Turgut Özal'ın, Mesut Yılmaz'ın girişimleri olmuştu. AK Parti'yi başarılı kılan güçlü bir halk desteğiyle iktidar olması mı?
1999'daki medya ile 2011'deki medyaya baktığımızda çok ciddi bir değişimi görüyoruz. Her şeyden önce kayıtsız şartsız iktidarı destekleyen medya kuruluşlarının sayısında büyük bir artış oldu. Yani, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı olayların nasıl çerçeveleneceği konusunda kendisine yakın bir medya yaratarak bir denetim sistemi kurmayı arzu etti ve bunu yavaş yavaş büyük bir başarıyla gerçekleştirdi. Zaten 90'larda yıpranmış olan bir takım medya grupları tasfiye olmuştu. Geri kalan gruplar da zayıf düşmüştü ya da bu iktidarın attığı adımlar sonucunda daha da zayıf düşürüldü. İktidardaki hükümet, şimdiye kadar tek parti döneminden bu yana kimseye nasip olmayacak kadar geniş bir medya desteğine sahip. Adı muhalife çıkmış ya da bağımsız gazetecilik yapmak isteyen insanlar ya da kurumların tasfiye edildiğini, geri plana itildiğini, işsiz kaldığını görüyoruz. Bunun ötesinde özellikle Sayın Başbakan'ın medyaya karşı kişisel olarak olumsuz bakışını eklediğimiz zaman ortaya demokrasi açısından kaygı verici bir manzara çıkıyor. Bu kaygıları meslek kamuoyunda çok net bir şekilde duyabilirsiniz. Ben bunu 'tam saha press ve adam adama markaj' şeklinde açıklıyorum. İktidar için hiçbir medya organı baskı alanının dışında değildir. İkincisi adam adama markaj yani hiçbir program ya da hiçbir gazete sayfası tamamen kendi başına bırakılamaz. Bunların her birine bir şekilde etkili olmak için birtakım yöntemler bulunmalıdır. Eğer bakan düzeyinde ise bakan düzeyinde, genel müdür düzeyinde ise genel müdür düzeyinde. Yazı işleri düzeyindeyse o düzeyde hoşnutsuzluklar dile getirilmeli ve değişiklikler talep edilmelidir. Bunun da örneklerini hepimiz yaşadık yaşıyoruz.
 
- Siz TRT'de de benzer baskılar yaşadınız, bugünü o günden ayıran nedir?
70'li yıllar, İsmail Cem ile beraber çalıştım. Türkiye'nin tek televizyon kuruluşu, biz mümkün olduğunca özgür ve bağımsız yayıncılık yapmaya çalıştık, bunda kısmen başarılı olduk ve kısmen başarılı olduğumuz için de hükümet değişir değişmez Sayın Demirel başkanlığında kurulmuş olan hükümet tarafından kapı dışarı edildik. Şimdi yaşadıklarımız tam bunun gibi şeyler değil ama son somut örnek olarak Uğur Dündar'ın işsiz kalışını ele alabiliriz.
 
- Kitabınızda soruşturmacı gazetecilik için gazetede Uğur Mumcu, televizyonda Uğur Dündar isimlerini örnek veriyorsunuz... 
Uğur Dündar, Türk televizyonlarının yetiştirdiği en ünlü isim. Bu işi hakkıyla yapmış olan biri ama özellikle son beş yıl içinde anchorman olarak bir kanalı ayakta tutmuş bir insan. Bunu herkes gördü. Eğer Uğur Dündar, yaptığı işi iyi yapmıyor olsa ya da Uğur Dündar yaptığı işi iyi yaptığı halde kitlelerden yeterince ilgi görmüyor olsa onun işsiz kalmasını kapitalist pazarın kendi rasyonalitesi içinde açıklayabiliriz. Ama Uğur Dündar hem çok şöhretli, hem çok başarılı hem de çok izleniyor buna rağmen birdenbire kendisini işsiz buluyor. Şimdi bunu nasıl açıklayacağız? Yani bunu açıklamak için televizyonculuğun kendi kuralları dışında birtakım yerlere bakmamız gerekiyor. Örneğin siyaset dünyasından gelen taleplere bakmamız gerekiyor. Doğan Grubu'nun içinde bulunduğu duruma bakmamız gerekiyor. Doğan Grubu'nun son 2 yıl içinde tasfiye ettiği isimler arasındaki tutarlılığa bakın. Oktay Ekşi'den başlayarak beni de bu isimlerin arasına katabilirsiniz. Bağımsız gazetecilik yapmaya çalışan insanlar sistematik bir bizimde dışarıya itiliyor. Bunu gördüğünüz zaman kafanızın içinde belirli sonuçlara varmanız elbette kaçınılmaz olur. 
 
- Şimdi sıra kimde konuşmaları yapar mısınız aranızda?
O konuda isim vermek istemiyorum. Zaten kamuoyunun elinde birtakım listeler var. Zaten kendilerine gazeteci adı veren ama aslında hayatlarında tek bir gün bile gazetecilik yapmamış olan birtakım insanlar, birtakım çevreler adına bu türden listeleri son 3-4 yılda ısrarla yayınlamaktaydı. Nitekim onların listeleri büyük çapta doğru çıkmıştır.
 
akşam