‘Nar’a nasıl dahil oldunuz? 
Ümit Ünal, sinemasını takip ettiğim bir sinemacı zaten, çok da seviyordum. Serra’yı (Yılmaz) ve Erdem’i (Akakçe) senaryoyu yazarken düşünmüş. İrem’le (Altuğ) benim karakterim, filmin senaryosu bittikten sonra bir arayış gerektirmiş. Akıllarına benim oynadığım karakterle ilgili ben geldiğinde zaten bana ulaştılar bir şekilde. Zaten kalemi çok sağlam ve çok güzel, heyecan verici bir senaryo… 

Ümit Ünal, filmleri öncesi prova yapmasıyla da tanınan bir yönetmen… Bu provalar sırasında karakter nasıl şekillendirildi? 
Karakterimden çok fazla bahsedemiyorum şu anda, çünkü filmdeki birtakım sürprizleri açıklamış olurum o zaman. Süre olarak çok kısa görünse de hikâyenin içinde kilit bir karakter oynuyorum. Net aslında benim karakterim. Filmdeki dört farklı karakter birbirlerinden çok farklılar. Benim karakterim de çok net. Özetle, hayatın düzeni içinde güce, kariyere, statüye sahip olmak adına vicdanlarını bir kenara iterek başkalarını acıtıp yoluna devam etmeyi uygun gören insanlardan. 

Filmin sonlarına doğru bir tiradınız var. Orada karakter hayatta kalmak için vicdanını boşlaması gerektiğini gayet düzgün ifade edince karşıdakine de söylenecek çok şey kalmıyor. Sizin oynamak adına inandığınız bir tirat mıydı bu? 
Aslında filmde konu edilen, bazı insanların kendi adaletini aramak zorunda kalmasıyla alakalı. Bir zorunluluk sonucu bazen birileri, kendi adaletlerini bulmak üzere kendi işlerini görmek zorunda hissedebiliyorlar. Bu zaman zaman şiddete kadar varıyor. Özellikle şu ara ülkemizde sıkça karşılaştığımız bir durum bu. Aynı zamanda ciddi de bir yara. Üçüncü sayfa haberleri dördüncü sayfaya falan taşmaya başladı. Dolayısıyla çok önemli ve konu edilmesi gereken bir nokta, hikâye edilen şey. Benim karakterim ise bana çok uzak. Oynadığım karakterin seçtiği yolu da çok tasvip etmiyorum. Ama böyle insanlar var hayatta. 

O tiratta bir oyunculuğun, tiyatronun çiçek böcekle uğraşmayla bir tutulduğu bir bölüm var. Oyuncu olarak siz hiç böyle bir tavırla karşı karşıya geldiniz mi? 
Üstü kapalı da olsa zaman zaman etrafımdaki insanlardan gözlemlediğim bir şey bu. Direkt cümlelere dökülmese de aslında altında yatanı hissedebiliyor insan. Aslında yaptığımız işin ne kadar ciddi bir şey olduğunun farkına varmayan çok insan var. Sanki çok basit, eğlenceli bir şeyle uğraşıyormuşuz gibi görülebiliyor. Ama insanlara bir şey anlatmanın en güzel yollarından bu; oyunculuk, yönetmenlik ya da yazarlık... 

Şimdiye kadar projelerinizden herhangi birinde anlatılan şeyi çok da umursamadığınızı hissettiğiniz oldu mu peki? 
Hissettim tabii. Her zaman öyle bir fırsat olmayabiliyor. O zaman karakterin başka özelliklerini baz alıyorsunuz. Ama ben hep böyle söylemi olan işlerin bir parçası olmayı sevdim. Elimden geldiğince buna özen göstermeye çalıştım. Ama hani bir şekilde oyunculuk yapıyorum. Hayatımı böyle devam ettirebiliyorum. Dolayısıyla her zaman önümüze böyle işler gelmeyebiliyor. Zaman zaman cümlesi olmayan işlerin içinde bulunduğum da oldu tabii ki. 

Kaybedenler Kulübü’nde de burada da tavırları çok keskin olan karakterleri canlandırdınız. Böyle iki rolün üst üste gelmesi sizi de şaşırttı mı? 
Şaşırtmadı, daha önce de başıma gelen bir şey. Bazen yönetmenlerin veya yapımcıların gözünde bu tarz karakterlere oturan bir fizyolojim olabilir. Gerçi zaman zaman ben bu konuda bazı insanların açık bakamadıklarını da düşünüyorum. Tek tip roller açıkçası sıklıkla geliyor bana. Bu iki film için konuşmuyorum, onları ayrı tutuyorum. Ama böyle bir durum var. Aslında biraz daha açılımlı bakmakta fayda var. Çünkü biz her renge girmeyi severiz. Elimizden geldiğince… 

Peki seyirciyi de, sizi o rollerde görmek isteyenleri de ters köşeye yatırdığınızı hissettiğiniz bir rol oldu mu hiç? 
Bu cümleyi çok dolu dolu söyleyebilmek için çok fırsatım olmadı aslında. Çünkü çok dışında, çok farklı ve absürd bir şey oynama imkânım olmadı ama bunu biraz kırabildiğim roller oldu. 

Hangi işlerdi bunlar? 
Genelde bana gelen karakterler, zengin, güçlü, ayakları yere basan, zaman zaman acımasız güçlü kadınlar. Ama son oynadığım dizilerden ‘Bu Kalbim Seni Seçti’de bir gecekondu mahallesinde oturan, pek eğitimli olmayan, annelik duygusu ağır basan bir kadın oynadım. Orada çok keyifli oynadım mesela. 

Ankara doğumlusunuz, Dokuz Eylül’de oyunculuk eğitimi aldınız. Daha önceki röportajlarınızdan birinde de konservatuvar sonrası asıl hedefinizin AST’ta kalıpAnkara’da oyunculuğa devam etmek olduğunu söylemişsiniz. Ama iş imkânları dolayısıyla İstanbul’a geldiniz. Ankara’daki bir oyuncuyu kısıtlayan iş imkânları tam olarak nedir? 
Beş yaşına kadar Ankara’da kaldıktan sonra babamın işi dolayısıyla epey bir yer dolaştık. Dolayısıyla Ankara’dan ayrıldık. Uzun bir süre Kuşadası’nda kaldım ben. Sonra İzmir’e yerleştim falan. Okul dönemi İzmir’deydim. İzmir’de biraz daha küçük, kapalı, sınırlı bir ortamda eğitim görüp yaşıyorsunuz. Dolayısıyla İstanbul fikri bana çok uzak geliyordu, hiç bilmediğim bir yerdi, ürkütüyordu beni. Bir de benim okulda sadece tiyatro yapmak gibi bir idealim vardı. O zamanlar çok tiyatro odaklı baktığım için Ankara Sanat Tiyatrosu’nu kafaya takmıştım. O yüzden Ankara’ya gittim ben. 

AST’takilerin haberi var mıydı bu durumdan peki? 
Hayır yoktu. Karşılarına dikilip ben geldim dedim. Kısa bir süre sonra beni aralarına aldılar sağ olsunlar. Bir sezon AST’ta çalıştım. ‘Kardeş Sofrası’ diye bir oyunda oynadım. ‘Otobüs’ diye bir oyunda reji asistanlığı da yaptım. Ama eğer bir kurumsal tiyatroya bağımlı değilseniz Ankara’da hayatınızı idame ettirme adına başka şeyler de yapmak durumundasınız. Ben okuldan yeni mezun olmuştum, sadece tiyatro yapıyordum, kendi evimi tutacak, tek başıma yaşayacak imkânlara kavuşamadım o süre içinde. Dolayısıyla hayat zorlamaya başladı beni ve İstanbul fikri de o zaman belirdi kafamda. Bu işi yapıyorsan, sinema, dizi hatta tiyatro anlamında İstanbul merkez gibi. Dolayısıyla bir sene sonraİstanbul’a geldim. Kolay değil aslında İstanbul’da yaşamak ama bir şekilde bu işi yapıyorsam şu an burada olma kararı, doğru bir karar. 

Ankara şu aralar yine ilgi odağı… ‘Behzat Ç’, ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ gibi dizi ve filmler Ankara’yı mesken tutuyor. 
Şimdilerde öyle evet. 

Öyle bir imkân olsa, Ankara’ya dönüp oyunculuk yapmayı düşünür müsünüz? Bu bir ukte mi sizin için? 
Ukte değil. Çocukluğum hep şehirden şehre gezerek geçti. Bu yüzden bir yere bağımlı olmadım pek. Yani Ankara’nın duygusal anlamda bir yeri var. Sonuçta çocukluğumun bir bölümü orada geçti. İzmir’de de aynı şekilde lise ve üniversite dönemim geçti, sevdiğim de bir şehir üstelik. Ama benİstanbul’a geldikten sonra İstanbul’u çok sevdim ve buraya alıştım. Tüm kara taraflarına, kirliliklerine rağmen çok özel bir şehir burası. Şimdi de buradan uzaklaşma fikri çok cazip değil. Belli bir süre için olabilir. Ankara’da çekilen bir iş vardır, giderim, kendimi de rahat hissederim. Yine de bir şekilde tekrar buraya dönmek isterim diye düşünüyorum. Çünkü burayı çok seviyorum. 

Anneniz Alman. Almanya bağlantısından dolayı bu mesleğe orada devam etmek geldi mi hiç aklınıza? 
Bu da o kadar kolay bir şey değil. Bunun için iyi derecede Almanca konuşabiliyor olmak lazım. Bu da benim biraz eksikliğini duyduğum bir şey. Benim çok çok iyi bir Almancam yok. Orada bir Alman gibi oynayabilecek kadar yok. O hep uzak bir düşünce olarak benimle ilgili bir yerlerde vardı. Ama açıkçası hiç ciddi anlamda hayatımı orada kurmayı düşünmedim ben. 


‘Teyzem’i ben de heyecanla bekliyorum 
Ümit Ünal’ın, senaryosunu yazdığı ‘Teyzem’i bu sefer kendisinin yeniden çekeceği haberleri geliyor. Yönetmen Ümit Ünal’la çalışmış bir oyuncu olarak ilkinden nasıl daha farklı bir ‘Teyzem’ çıkacak sizce? 
Onu hep birlikte göreceğiz. Ama eminim kafasında başka şeyler vardır. O başkasına ait bir reji sonuçta. İnsan kendi senaryosunu yazdığı bir şeyi farklı yorumlamak isteyebilir. Dolayısıyla şimdi bence tam anlamıyla Ümit, istediğini ortaya dökme şansına kavuşacak diye düşünüyorum. Ben de heyecanla bekliyorum. 

Emek’i kaybedemeyiz 
‘Nar’ İstanbul ve Ankara’da sadece 17 salonda gösterime girecek. Bu salonsuzlukta bir de Emek Sineması’nın yıkımı gibi bir süreç başlatılmaya çalışılıyor. Nedir Emek’le ilgili görüşleriniz? 
Üstünde durulması gereken ciddi bir yara bu. Çok üzüntü duyuyorum. Bence sinemasever olan herkeste Emek’in ayrı bir yeri var. Çok farklı bir atmosferi ve geçmişi var. Benim de ilk filmlerimden ‘Gülüm’ün galası orada yapılmıştı. Dolayısıyla şu aralar sıkça gördüğümüz AVM atmosferinden çok farklı, çok daha yoğun ve maneviyatı olan bir yer. Onu kaybetmememiz gerek. Emek bir örnek aslında ama bir sürü değer kayboluyor. Tüm İstanbul’un çevresi yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Her yere AVM’ler dikiliyor. O anlamda da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Emek’ten sonra sıra başka bir şeye gelecek, çok acıklı. Buna artık bir dur demek lazım. Çok farklı bir metropole dönüşüyor burası. 

Keşke fotoğrafçılık da okusaydım diyorum 
Fotoğrafçılık merakı nasıl başladı? 

Çocukken ailede fotoğraf çekilecekse ben çekmeyi arzu ederdim ve hep kendimce bir kadraj yapardım. Kıyısından köşesinden çiçek sokardım. Sonradan sonraya bilinçli bir şey oldu. Kurslara gittim, sokak fotoğrafçılığından portre fotoğrafçılığına kadar. Hatta keşke oyunculukla beraber üniversitede fotoğrafçılık da okusaydım diyorum hâlâ. Bir fotoğrafçı oldum mu? Hayır olamadım. Çünkü benim için çok önemli bir şey, kolay da değil. Ama çok sevdiğim için kendi kendimi yetiştirmeye çalışıyorum. Özellikle farklı ülkelere gidip oranın kültürlerinden beslenerek fotoğraf çekmeyi seviyorum. Nepal’e, Fas’a gittim. Bunlar sadece fotoğraf çekmek için gittiğim yerler değildi, görmek istediğim yerlerdi. Şimdi de Uzakdoğu, Afrika gibi hayallerim var. Ama hem paranız hem de zamanınızın olması gerek. Bu ikisi de sık sık bir araya gelen durumlar değil. (Radikal)