Avrupa'da 19 Türk diplomat, toplama kampına gönderilen Yahudileri Türk pasaportu verip kurtarmıştı. Hikâyenin filmi 'Türk Pasaportu' 21 Ekim'de vizyonda.

“1943’te Türkiye’nin Marsilya Başkonsolosu Necdet Kent, 81 Yahudi’nin toplama kampına götürüldüğü haberini alır. Tren istasyonuna gider ve üzerinde ‘20 baş hayvan ve 500 kilo ot konulabilir’ yazan vagona bindirilen insanların indirilmesini ister. Nazi yetkilileri reddedince kendisi de o vagona biner. Birkaç durak sonra tren durdurulur. ‘Diplomatik kriz yaşanmasın’ diye gereken izin çıkmıştır… 81 Musevi’yi yanına alan Kent, onları önce Paris’e getirir, ‘Türk pasaportu’ verir, ardından da bir trenle İstanbul’a gönderir.”

19 Türk diplomatın II. Dünya Savaşı’nın en yakıcı günlerinde hayatlarını hiçe sayarak, toplama kamplarından kurtarmaya çalıştığı Yahudilerin hikâyesi ‘Türk Pasaportu’nda hayat buldu. Burak Arlıel’in yönettiği filmin yapımcılarından Bahadır Arlıel ve Güneş Çelikcan’la bu hikâyeyi konuştuk. 

19 diplomatın yaşadıklarını sizin çalışmanızla öğrendik. Bu hikâyeyi nasıl ortaya çıkardınız?
Güneş Çelikcan: Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğrenciyken, Eskişehir Enveriye İstasyonu’nun hemen arkasında bir mezar gördüm. Behiç Erkin’in mezarıydı. Araştırmaya başladım ve bitirme ödevimi bu mezar üzerine yaptım. Hikâyenin benim gördüğümden çok daha derin olduğunu fark ettim. Bahadır Ağabey’e anlattığımda o da aynı heyecanı paylaştı. Çok ciddi araştırma süreçleri yaşandı sonrasında.

Bahadır Arlıel: Behiç Bey’in öyküsü çok etkileyici. Bireysel inisiyatif kullanarak hayat kurtarmışlar. Araştırmayı hem Türkiye’de hem yurtdışında temasa geçerek yürüttük. Fransa’da, Almanya’da, ABD’de, İsrail’de… İsrail’de dünyadaki en büyük soykırım müzesi ve araştırma enstitüsü Yad Vaşem’e gittik. İlk kez bu şekilde bilgi, belge paylaşımına bağlı çalışma başladı. 

Bir hayalin peşinden koşuyorsunuz, ortada henüz bir şey yok…
B.A.: Güneş ‘Behiç Erkin Projesi’yle geldiğinde onunla ilgili bir vizyon vardı önümüzde. Hikâye o kadar büyüleyici bir hal almaya başladı ki, bunu kaçınılmaz şekilde bütün Türk diplomatların hikâyesine yaydık. Bazen iki kişi kurtarmışlar, bazen 80 kişi. 19 diplomat organize bir şekilde, gerekli prosedürleri ‘illegal ama legal’ bir biçimde hazırlayıp o insanlara o resmi belgeleri vermişler. Hiç Türkçe bilmeyenlere iki üç kelime dahi olsa ezberletmişler. Sonra muazzam bir akılla Fransa’dan yola çıkan trenleri Almanya üzerinden Türkiye’ye ulaştırmışlar. Almanya’ya Yahudi dolu trenler gitmesi o dönemde kimin aklına gelir? 

Bu riski nasıl göze almışlar?
B.A.: Bütün kıta Nazi işgali altında. Hiç kimse Münih’te istasyonda toplu vizelerinin onaylanmasını bekleyen Yahudilerden şüphelenmiyor. Yalnızca büyükelçiler değil, bütün alt kadro işin içinde. Bakanlık nezdinde belgelere ulaştık. Film o trenlerde yolculuk yapan insanların anlatımları üzerine kurulu.
G.Ç.: Dışişleri arşivlerinin açılması kritik bir nokta. Orada yaptığımız çalışmada Almanya’da, Fransa’da o yazışmaların karşılığını bulduk. Spielberg Vakfı bu insanların tanıklıklarına başvurmuş, bize konuşan insanlar onlara konuşmamış. Dolayısıyla iki açıdan ilk oldu bu belgesel. Hem bakanlık kaynaklarının açılması, hem tanıkların ilk kez konuşması. 

İsrail makamları biliyor muydu?
G.Ç.: Bu kadar detaylı değil. Bizdeki belgeler onlar için de çok yeniydi. Çünkü o insanlar dünyanın farklı yerlerine yayılmış. 

Anlatmamalarının nedeni travmanın tekrarından korkmaları mı?

G.Ç.: Çoğu konuşmak, anlatmak istemiyor. Mesela filmdeki Albert Carel, adını değiştiriyor. Bizi refüze edenler de oldu. Burada 25 tanık var ama anlatmak istemeyenler var. Tren listeleri bulduk. Tren şefi vefat etmeden önce kızına bırakıyor, kızı kuzenine veriyor. Atina’da ikinci kuşak kuzeninin deposunda bulduk.

Bunlar kişisel arşivler. O arşivleri açmaya ikna ettik.

B.A.: Dövmeyle dolaşmak bile yeterince travmatik. Kampa girip oradan çıkartılan insanlar var, kampa girmeden Drancy bölgesinde toparlananlar var, dört kilometre sonra kamplara gönderiliyorlar. Dolayısıyla kamptan kurtarılanlar var, Drancy bölgesinden kurtarılanlar var, bir de trenlere şehirlerden bindirilenler var. Toplu kurtarılanlar 1943’ün haziran ayında organize edilen altı vagon ve 1944’ün şubat ayında organize edilen ayda iki tane olmak üzere sekiz vagon. 

Aileleriyle mi kurtulmuşlar?
B.A: Peyderpey. Mesela baba eşiyle çocuğunu vagona koyuyor. Bir daha babadan haber alamıyorlar. 

Bu insanlar sonra görüşmeye devam etmişler mi?
B.A.: Hepsi görüşmüyor. 2008’de Paris’te röportaj yapmaya başlayabildik. Robert Français ile röportaj çektik, “Arkadaşlar ailemin İstanbul’daki hayatından evde eşyalar var, görmek ister misiniz?” dedi, onları almaya gitti. Ondan sonraki röportajı yapacağımız Albert Barbouth geldi. Herkesin ağladığı iki üç saatlik çekimler yapıyorduk. 

Sonra Français geri geldi, elinde Pera’da çekilmiş fotoğraflar, belgeler, nüfus kâğıtları, diplomalar, asker fotoğrafları vardı. Biz onlara bakarken, içeriden Barbouth çıktı, birbirlerini gördüler, duraksadılar, “Mösyö?” diye birbirlerine bakakaldılar. Aynı trende 24 Nisan 1944’te gelmişler, yıllar sonra ilk kez orada karşılaştılar. Çok dramatikti. Albert Barbouth ‘Ben Sirkeci’de trenden indiğim gün doğdum, dolayısıyla önce Türk, sonra Fransızım’ diyordu. 

Olayın bir de diplomatlar boyutu var… II. Dünya Savaşı diplomasi falan dinlemiyor nihayetinde…
B.A.: O kısımda daha çok zorlandık, çünkü diplomatların hepsi hayatını kaybetmişti. Çocukları üzerinden harekete geçmeye çalıştık.

G.Ç.: Hepsinin çocuklarıyla konuştuk. Hiçbiri yaptıklarını aileleriyle paylaşmamış. Çünkü bunu övünülecek bir şey olarak görmemişler. Necdet Kent bu konuda bir ödül aldığında oğlu Muhtar Kent’e, “Ben insanlık görevimi yaptığım için böyle bir ödül verilmesi beni çok üzdü, insanlığın geldiği yere bak” demiş. Paris o dönemde açık şehir ilan ediliyor. 

Sonrasında Yahudilerin toplanmaya başlamasıyla yalnızca ‘Fransız’ Yahudilerinin tutuklanabileceğini keşfeden Türk diplomatların aklına pasaport vermek ilk böyle geliyor. Kamplardan da alınan Yahudiler var. Bir yerden sonra insanlar sokaktan toplanıyor. Daha fazla dayanamayacakları noktada trenlerle göndermeye başlıyorlar. Başlarına Almanca konuşan birisini veriyorlar. Doğuya doğru hareket eden bir tren Yahudi dolu, düşünsenize… Çocuklarını vermek isteyenler, su diye yalvaranlar.

B.A.: Sınırdan sınıra giden insanlar bile azalıyor. Polonya vizesine bakıyorsunuz, 56 kişi var, Macaristan sınırında 55 kişi kalmış. O arada başlarına bir sürü şey geliyor…

Çok zor durumda olan insanlara, hiç zorunlulukları yokken, kendi hayatlarını riske atarak yardım etmişler. Mina Özdoğancı’nın babası Fikret Şefik Özdoğancı ışıkları kapatarak, evde yokmuş gibi davranarak kalorifer dairesinde çalışıyor, bir şey olursa pasaportları kazan dairesine atacak. Marsilya Büyükelçisi Selahattin Ülkümen’in faaliyetlerinden şüphelenen Nazi, büyükelçiliği bombalıyor ve hamile karısı yaralanıyor. Hastanelere kabul edilmiyor. İstanbul’a geldikten sonra doğum yapıp hayatını kaybetmiş. Yıllar sonra oğlu “Buna değer miydi” diye sorduğunda, “Yine olsa yine yaparım. Yapacak başka bir şey yoktu” yanıtını veriyor bunlara rağmen… 

İsrail-Türkiye ilişkileri son zamanlarda oldukça gergin…

G.Ç.: Bu film Türkiye-İsrail-Fransa ekseninde değerlendirilmemeli, bu filmden herkesin kendisine çıkaracağı örnekler var. Bu hikâyeden olumlu örnekler kim çıkartırsa, bizi mutlu eder. Marcelle Arditti’nin hikâyesi. Babası Çanakkale’de savaşmış. Buluştuğumuzda elde dikilmiş Türk bayrağı çıkardı ve “Yaşarsam bunun sayesinde yaşıyorum” dedi.

B.A.: Yapılan iş kendini ortaya koyuyor. Yorumsuz anlatıp insanların kendi tespitlerini kendilerinin yapmasını tercih ettik

radikal