Orhan Alkaya. Şair. Yönetmen. Onun bir zamanlar, 1970’lerin ortalarında oyunculukla meşgul olduğunu "Öyle Bir Geçer Zaman Ki" dizisini izleyene kadar bilmiyordum. "Oyunculuk ilk profesyonel mesleğimdi" diye anlatıyor, "Bir süre sonra kolektif işleri terk edip tek başıma yapabileceğim başka işlere yöneldim. Şairliğe, yönetmenliğe, yazarlığa... " "Yeniden kolektif bir işin tam ortasına dalmaktan korkmadınız mı?" diye soruyorum. İlk olan tecrübelerin asla unutulmayacağına dair o bildik inanışımızı doğrulayan müthiş bir şey söylüyor: "İlk bisiklet, ilk yüzme, ilk aşk, ilk okuma doğru zamanda hayatınıza girmişse, hiçbir zaman bütünüyle çıkmaz sizden. Eh, ben de "gözümün korkusuyla" bir şekilde baş edebildim."

Baş etmek ne kelime! Orhan Alkaya, "Öyle Bir Geçer Zaman Ki" dizisinde sadece gözünün korkusuyla baş edip ilk mesleğine dönmekle kalmadı, aşktan korkmayan, kaçmayan, ilişkilerinde öfkeye değil şefkate teslim olmayı tercih eden Balıkçı, yani Hikmet Karcı rolüyle bir halk kahramanına dönüştü.

Röportajımızda ona "Bir vakitler ’Aşk da bitti’ diye yazmıştınız, oysa şimdi bir televizyon dizisi çerçevesinde bu ülkenin insanlarına aşkın hâlâ, her şeye rağmen mümkün olduğunu hatırlatıyorsunuz" diyorum.

Cevabı, "Hayatımda aşkın bir boyutunun kapandığını hissettiğim bir zamanda yazılmıştı o şiir, çok sonra anladım bunu" oluyor. "Bizler, yani erkek olarak tarif edilenler, ilkin kendi âşık olma halimize, duygularımızın mucizevi yüksekliğine âşık oluyoruz. Fevkalâde ham bir âşık olma hali bu ve çoğumuz bu hamlığın ayırdına varamadan ölüp gidiyoruz.

Karşımızdaki sadece bizim aşkımızı kodlayan bir özne oluyor, ’adı yok’ bir özne, kendi aşkına âşık bir ’erkek’ için bir ayna sadece... Ben de hamdım, sonra piştim. Bir başka sevmeyi sevmek neymiş, onu anladım. Kendi egomun hapishanesinden duvarları yıkarak çıkmayı başarabildim. Kendimi mutlu sayarım bu yüzden. Bir de ’yanmak’ var, öznelerin içinde eridiği o hal ki en ham zamanda bile anlara sıkışarak yaşanabilecek bir durum galiba. Tarif edebileceğim kadar basit olmayan bu en üst evre için, anları iyi tasarruf etmekten başka bilebildiğim bir yol yok."

"Şu hayatta tek bir şansınız olacaksa, bunu aşka ayırmanızı tavsiye ediyorum" demişsiniz. Sizce aşk bizim için niçin bu kadar önemli? Hayatın sert hakikatlerini katlanır kıldığı için mi?

Aşk, bize ezberlerimizden sıyrılabilmek için çok büyük bir imkân sahası sunuyor. Kendi egomuzun içinde hapsolmak zorunda olmadığımızı duyumsatıyor ve bu hal hiçbir zaman aynı dorukta kalmıyor. Ben bu yüksek duygularla hemhâl olmuşken derin dalışlar yapmanın tehlikelerine ve lüzumsuzluğuna dikkat çekmeye çalışıyorum herhalde. O yüzden herkese, aşk kadar yüksek bir duygu halini yakaladığınız talihli bir zamanı başka uğraşlarla bölüp parçalamamanızı öneririm.

10 yıldır yazdığınız şiirlerinizden oluşan yeni kitabınızın adı "Altı". Niçin?

Bir kitabın ismi, hiçbir zaman sadece bir kitap ismi değildir. Bu da öyle... Mesela ismi "Altı" olsa da kitabım yedi bölümden oluşuyor. Son bölüm "Sıfır". Yani "altı"dan "sıfır"a gidiyoruz... Kurcalandığında, başka eğlenceli buluntular da ortaya çıkabilir elbette.

BAŞKALDIRIYA HENÜZ KUNDAKTAYKEN BAŞLAMIŞIM

Uzun süredir şiir kitabı yayınlamıyordunuz. Edebiyata karşı bir küskünlük mü söz konusuydu yoksa vakitsizlik mi?

"Tuz Günleri" yayımlandıktan sonra bir dönem, kitap yayımlamayı lüzumsuz addettim. Nasılsa bir tek kitabın parçalarını yazıyorum, arkamdan bütünlerler diye düşündüm. Hatta vasiyetime, ardımdan yazdıklarımı kitap yapma işi için vasi bile tayin etmiştim. Bu ruh iklimi dağılırken, ülke gündeminin harareti araya girdi, evim olan İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda yöneticilik yaptığım dönem bütün zamanımı aldı... Ne yapmalı, her serüven kendi hikâyesini yazıyor işte.

Şaire ne gerekir, neyin eksikliği insanı iyi şiir yazmaktan alıkoyar?

Bunlar öngörülebilir şeyler değil. Ben "iyilik"i çok önemserim ama fevkalade kötü kalpli mühim şairler de tanıdım. "Cesaret"i önemserim ama hayat ürküntüsü taşıyan iyi şairler tanıdım... Bence merak duygusu gelişkin olmayan bir insandan iyi şair çıkması zor. Okur yazarlığı gelişkin olmayan birisinden de uzun vadede kalıcı bir sonuç alınamaz. Yaşadığı zamandan, yani günden, dünden ve yarından hiza istikamet almayan bir şairin de olası başarısı tesadüfidir, genelleştirilemez. Tabii bir de ölüm korkusuna teslim olmamak, büyük zamanda var olmak içgüdüsünün kabul ve teslimiyet dışındaki seçeneği, en geniş haliyle sanatsal üretimdir.

İyilik ve kötülük benim de şiirinizde meşgul olduğunuzu düşündüğüm kavramlar.

İyi ile kötü, doğru ile yanlış... İki ayrı dünya yorumu içerisinde birbirini bütünleyen ikilikler, düaliteler. Ben iki tarafı da kabul ediyorum. Günümüzde ulaşılan teknolojik sürat, iletişimin çoklu kanallarda kirlenmesinden kaynaklanan süzgeçsizlik kirlenmesi, ölüm korkusunu sürekli diri tutan ilaç endüstrisinin tehditleri, savaşların seyirlik eğlenceye dönüşmesini sağlayan embedded iletişimcilik, silah endüstrisinin dehaları aracılığıyla sürekli yeni ivmeler kazanan toplu kıyım enstrümanları... Belki bugün iyilik kötülük ikiliğini daha da önde tutuyor. Bu hayatın içerisinde, bu dünya yaşantısında "iyi insan" olabilme çabasını ben de çok önemli buluyorum.

ŞİMDİ YAŞLANDIĞIMIN SÖYLENMESİNE DE İTİRAZ EDİYORUM

Şairin ruhunda başkaldırı var mıdır? Mesela sizin ilk başkaldırınız neye, kime karşı olmuştu?


Rus şair Nikolay Nekrasov’un bir şiiri vardı: "Sazımı hiçbir zaman satmadım ama/ Amansız kader beni korkutunca/ Sazımdan falsolu bir ses çıkmadı da diyemem." Bu ironi hoştur. İtiraz elbette şiirde temel motivasyon. Başkaldırı bu itirazdan ivme alır ve kendini ifade edecek alanlar arar. Başkaldırının terki ayrı konu ama olgunlaşması hiç de fena bir şey değildir. Benim ilk başkaldırım, diğer tüm canlılar gibi, sınırlarımı zorladığım çocukluk zamanımda başladı. Annemden dinlediğim o ilk hikâye esnasında birkaç aylıkmışım. Biz bebeklerin kundaklandığı zamanlarda doğduk. Anlatılanlara bakılırsa ben, kundaklanır kundaklanmaz kollarımı dışarı çıkartmayı bir şekilde beceriyormuşum.

İlk itirazınız buymuş demek. Şimdi karşınıza çıkan nelere itiraz ediyorsunuz? Yaşlandıkça başkaldıran yanınız törpülendi mi?

Şu soruyu sorarken bile, bana yaşlandığımı söylemiş olmanıza "başkaldırıyorum" mesela!

Eh, haklısınız, bu şekilde sormam pek de nazikçe olmadı doğrusu...

Yaş aldım, evet ama galiba aslında hiçbir zaman yaşlanmayacağım. İtirazlarım konusunda törpü kullanmış olabilirim zaman zaman. Bazen, özellikle başka insanların hayatlarını yakından ilgilendiren sorumluluklar üstlendiğinizde, akıl törpüsü kullanmak zorunda kalırsınız. Bu da hayatın cilvelerinden biridir nihayetinde...

SIRTIMDAKİ AĞIRLIKLARI ATTIKÇA BÜYÜMEYE BAŞLADIM

’Gözümde büyüyen bir hayata büyüdüm... ’ Gözünüzde büyüttüğünüz şeyler nelerdi, hayatın ne çeşit ağırlıkları, yükleriydi ve "nihayet artık büyüdüm" dediğiniz zaman onları nasıl görmeye başladınız?

Bunlar hep size öğretilenlerdir. Ailede, okulda, mahallede, cemaatte hep korkularla kuşatılmış bir tembihler silsilesi sizi kuşatır. Hiçbir zaman dolu dolu yaşamanızı, meraklarınızın izini sürmenizi önermezler, hatta tam tersi, böyle yaşarsanız karşılaşacağınız felaketler umacı masalları halinde kulağınıza üflenir. Ben fevkalâde liberal bir ailede yetiştiğim için kısmen şanslı sayılabilirim ama bu durum genel gerçeği değiştirmiyor. Beklentilerle doldurulmuş bir küfeyi hep sırtınızda tutmanız gerektiğini hissederek özgürleşemezsiniz. Ben bu ağırlıkları küfemden atmaya başladığımda belki, metafor olarak "büyümeye" başladım.

MEDYADA BARİZ BİR ŞİİR KORKUSU HÜKÜM SÜRÜYOR

Çok sayıda kitap yayınlanıyor ve bazıları çok da satıyor. Yine de siz bu ülkede edebiyata hak ettiği değerin verildiğine inanıyor musunuz?

Oldum olası yeterli düzeyde kitap okuyan insanların ülkesi olmadı Türkiye. İletişim kanallarında ise iyi edebiyata ve münhasıran şiire karşı "fobik" bir durum var, özellikle son 20 yılda. Geçenlerde, Cüneyt Özdemir iyi bir şair olan Birhan Keskin’I programına konuk etmek istediğini ama "prime time"da şiire yer olmadığını söyledi. Can Yücel ya da Ece Ayhan’dan sonra programında yer alan ilk şair olduğumu da ekledi. Cüneyt’in yürekli açıklaması, bir şeylerin değişmesi için başlangıç noktası olsa keşke. Çünkü, tamamen gerçek durumu ifade etti. Yayıncıların çoğunda, dağıtımcılar ve kitabevlerinde ise düpedüz "poemofobi", yani şiir korkusu hüküm sürüyor. Bu resme baktığımızda, edebiyata hak ettiği değerin verilmesi için neler eksik, bulmaya başlayabiliriz. Edebiyatın yayılma kanallarını tıkarsanız, gitgide düzleşen, sıradanlaşan bir hayatın içerisinde, sorunuzu tarif edecek kelimeleri yan yana getirmek, bir dil kurmak dahi mümkün olmayabilir.

"Şiiri tarif etmek üzere pek çok söz söylendi malûm. La Rochefoucauld ’Şiir seçme ve gizleme sanatıdır, ’ demişti mesela; mühim bir tariftir bu. Benim için ise, kelimeler ve kelime öbekleriyle inşa edilmiş anlam hapishanelerinde yaşamaya itiraz etmenin, kaçış tünelleri kazmanın, ışığa ulaşmak için dilin karanlık dehlizlerinde dolaşmanın bilebildiğim en sıkı yoludur. Edip Cansever bir konuşmasında ’İnsan şiiri çoğu zaman yazdıktan sonra anlıyor, ’ demişti. Bu da mühimdir."

HT PAZAR / GÜLENAY BÖREKÇİ