Önce şu soruyu sormamız ve cevabını bulmamız lazım.

Devlet, neden “Ele geçirilmesi” gereken bir kurumdur?

Bu Hastalık” bünyede neden ve nasıl oluştu?

Şöyle tarihimize bir göz attığımızda;

Osmanlının son dönemlerinde “Zabitan kuvvetler” devleti “Halaskar etmek” (Kurtarmak)için çalışırlardı.

Çünkü onlara göre devlet “kötü yönetiliyor” ve bu gidişe “Dur” denilmesi gerekiyordu.

Gidişata dur denilmesi gerektiği konusunda yazan çizen aydınların varlığı, zabitanlara (İttihat Terakki) ayrıca güç veriyordu.

Birinci dünya savaşı ve İstiklal savaşı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyetiyle birlikte ülke kurtarmaya gerek kalmadı.

Nihayetinde devlet ve ülke verilen savaştan sonra kurtarılmış, yeni ve “Modern devlet” kurulmuştu.

Birinci mesele devleti kurtarmak değildi artık.

Mesele; kurulan “Modern Devletin” oluşmasına karşı çıkacak unsurların, devlet yönetiminden uzaklaştırılması ve devlet yönetimine yaklaştırılmamasıydı.

Birinci meclisin feshiyle başlayan kavga ve operasyonlarla bu günlere geldik.

4 Mart 1925'te Hükümete olağanüstü yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu ile 1924 ortalarında Dinsel gericilik” tehlikesine karşı Başbakan İsmet İnönü sıkıyönetim ilân edilmesini istedi. Meclis bu isteği kabul etmedi ve İnönü’ye “Hayır!” dedi.

Ancak Doğuda Şeyh Said İsyanı patlak vermesi sıkıyönetim ilânını kolaylaştırdı.

Yeni hükümet ilk iş olarak “Takrir-i Sükûn Kanunu'nu” Meclis'ten geçirdi ve İstiklal Mahkemesi kurulmasını kararlaştırdı.

Suçlu oldukları hükümet tarafından iddia edilenler İstiklâl Mahkemeleri'nde yargılandılar ve  çeşitli cezalarla çoğunlukla idam ve sürgün olmak üzere cezalandırıldılar.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası sanıklarla bağlantı iddiasıyla kapatılan ilk parti oldu.

Artık devleti yönetenlerin yapmak istediği, “Kültürel ve siyasi değişimler” için “Devleti gerici ve yıkıcı güçlerden(!)” korumak gerekiyordu.

Anadolu’da kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetenlerin belirlediği “Üç toplumsal kesim  düşman” ilan edildi.

Gericiler, (Dindarlar) Kürtler ve Bolşevikler. (Komünistler)

Bu üç kesimle devletin mücadelesi için, Takrir-i Sükun’dan  (Huzurun sağlanması) bugüne  kadar bir çok darbe ve müdahale yaşandı.

Yani “İstiklal Mahkemeleriyle, çıkarılan olağanüstü kanunlarla, muhaliflerin ve milletin kahir ekseriyetinin susturulduğu ve cezalandırıldığı” günlerden geçtik.

Dindarlar (gericiler) olarak tanımlanan kesim, 1946’da çok partili hayata geçildiği günden bu yana, iktidara taşıdığı partiler aracılığıyla Hükümetlerden istediklerini meşru yoldan yaptırmaya ve devleti yönetenlerin kendilerinden olmasını talep etmeye başladı.

Sadece talep etmekle kalmadı, devlet kadrolarında “Kemalistlerin” yerine “Kadro oluşturmaya da” çalıştı.

Aslında yaşanan kavganın bir tarafında “Buyurgan Kemalist kadrolar” diğer  tarafında, bu yapılan uygulamalardan ve uğradıkları zulümden rahatsız olan “Millet” vardır.

FETÖ terör örgütü veya devlete sızmaya çalışan diğer yapıların varlığı ve iktidarlar tarafından geçit verilmesinin hoşgörüyle karşılanması ve destek bulmasının esas sebebi budur.

Bu sebep ortadan kalkmaz ve  Milli İradenin istediği devlet düzeni kurulmazsa, bu talep bir şekilde varlığını sürdürecektir.

Artık devlet, vatandaşlarının “Günlük yaşamını, Değerler dünyasını, İktisadi, Siyasi ve Hukuki tercihlerini” belirleme alışkanlıklarından uzak durmalı, devlet kadroları ve sair imkânlar, her vatandaşın “Erişimine eşit uzaklıkta” olmalıdır.

Devlet öğretmenlik sevdasından vaz geçmeli, yurttaşlarının gündelik hayatını kolaylaştırmalı ve geleceğine güvenle bakacağı zemini oluşturmalıdır.

Değilse ”Devlete sızma veya ele geçirme” çabaları hep olacaktır.

Televizyon programların da FETÖ-PDY’ye karşı Kemalistlerin dediğini yapmak, filmi başa sararak “Hastalıklı anlayışın” devamını istemektir.

Ülkemiz Kemalist kadrolar eliyle çok Askeri darbe ve müdahale yaşadı.

FETÖ’cü darbecilerin bile kalkışma gecesi okuttuğu bildiriyle, yaptıkları ihaneti “Atatürkçülükle” meşrulaştırmaya tevessül etmeleri tezimizi doğrulamaktadır.

Ne Gülenist, ne Kemalist ne de bir başka izim...

Devletin, milletten kaçırılmasını istemiyoruz artık!

Devleti yöneten asker- sivil bürokrasi vatandaşlara ayrımsız açık olmalı, kurumlar yeniden yapılandırılırken, kapıları milletin çocuklarına açık tutulmalıdır.

Millet ne kadar Müslümansa devlet o kadar Müslüman, ne kadar Demokratsa o kadar Demokrat, ne kadar Liberalse o kadar Liberal ve ne kadar Milliyetçi ise o kadar Milliyetçi olmalıdır.

Bürokratlar millete “Efendilik ve Öğretmenlik” değil,

Cumhurbaşkanımızın sık sık ifade ettiği gibi “Hizmetkâr” olmayı esas almalıdır.