Altındağ, Ankara"nın en yoksul ilçesi. Kentteki yeşil kart sahiplerinin çoğu burada yaşıyor. Büyükşehir Belediyesi en fazla yardımı burada dağıtıyor. Özellikle son 15 yıldır gıyabında konuşmayı çok sevdiğimiz malum seçmen kitlesinin numunesi burada. Belki “Buradakiler kimi isterse Türkiye"de o seçilir” diyemeyiz, fakat “Buradakileri hesaba katmadan sakın seçim tahmini yapmayın” diyebiliriz.
Dolayısıyla biz de yerel seçime 20 gün kala bu insanlara gittik. Gittik ama “Kime oy vereceksiniz?” diye sormadık. Yapması çok kolay olmasına karşın lafı herhangi bir politikacı ya da yöneticinin kötülenmesine de getirmedik. Bizim tek derdimiz hatırlamaktı: Hiçbirimizin tartışma programlarını izlemeyen, hiçbirimizin yazdıklarını okumayan, onlara takılan isimleri de onlar için girilmiş kavgaları da bilmeyen, aslında hiçbir partinin malı olmayan, tepesi attığı anda “keser döner sap döner...” de diyebilecek bu insanları bir gözümüzün önüne getirmek.
Yoksa bugün bilmediğiniz bir şey yok bu sayfada. “Ah yazık” kategorisindeki hikâyelerden sadece üçü... Ne Türkiye"nin gündemini sarsar ne de üç dakikadan fazla akılda kalır... Sadece 29 Mart akşamı kulakları çınlatılır...

1. EV
Gıda yerine nakit verseler güzel olur
Bir kere hemen söyleyelim, uzaktan “Gideceğim, konuşacağım” demesi çok kolay ama gidip de bir kapıyı çalması çok zor. Ne söyleyeceksiniz ki kapı açılınca; “Siz yoksulsunuz, haydi ne kadar yoksul olduğunuzu anlatın” mı diyeceksiniz? Dünyadaki bütün meselelerin en hası budur ama nasıl denir?
Hiç kolay değil, fakat mecbur Altındağ sırtlarındaki evlerden birinin önünde durduk. Hangisiydi deseniz şimdi gidip bulması güç. Neredeyse bütün sokakları daracık, asfaltsız, zehir gibi kömür kokuyor... Bütün gecekonduları da mavi badanalı, kırık tahta kapılı, kapılarında bir asma kilit...
Tabii sonunda çaldık kapıyı, genç bir kadın camdan baktı. “Açar mısın” diye seslendik. Dört-beş basamak var aşağı inmesi için; Mustafa İstemi objektifiyle biraz geride; hava sanki soğudu mu ne derken, açıldı kapı:

- Merhaba...
- Buyur?

- Ablacım hani her seçim sizden bahsedilir ya... Acaba çok mu yardım alıyorsunuz, acaba oyunuzu yardım karşılığında mı veriyorsunuz...
... (Solgun gözleri ifadesiz, öylece bakıyor)

- Bu işin derdini çeken sizsiniz; eğer varsa içinizde anlatmak istediğiniz bir şeyler, biz dinlemeye geldik.
Haaa... Olmaz mı... Gelin, beyim de evde zaten... Ama evin kusuruna bakmayın, dağınık biraz.
“Ne kusuru” deyip girdik içeri. Baktık, aslında dağınık olan tek şey ufaklığın misketleri... Onun dışında bu odada zaten sadece iki çekyat, bir küçük sehpa, bir yer minderi, bir TV, bir de soba var. Zeliha Hanım, eşi Ethem Bey, kızları (17) ve küçük oğulları (7) hepsi beraber bu odada yaşıyor. Yatma zamanı geldi mi karı-koca aşağıdaki sobanın olmadığı odaya iniyor. Banyo ve mutfak dışarıda. Bizim söze başlayacağımız yer ise tam gözümüzün önünde:

"Dört beş senedir işsizim"
- Gündüz vakti evdesiniz...
Ethem: Evet ablacım, ben dört-beş senedir işsizim. Eskiden halde kasaptım. 20 yıl çalıştım. Sonunda bende bir bel fıtığı çıktı, ayakta duramaz hale geldim. Çıkış o çıkış. Sonra bir daha iş bulamadım.

- Peki neyle geçiniyorsunuz?
Ethem: İki günde bir hurda kağıt toplamaya gidiyorum.
Zeliha: Ben de cuma günleri mendil satıyorum.

- Ne kadar kazanıyorsun mendilden?
Zeliha: 10-15 milyon bana kalıyor.
Ethem: Ama onu da zabıtalar yakalayıp götürüyorlarmış abla.
Zeliha: Hem paramı alıyorlar, hem mendillerimi.

- Başka bir gelir?
Zeliha: Küçük oğlana Çocuk Esirgeme"den bazen nakit yardım geliyor.

- Belediyeden?
Zeliha: Senede iki kere Büyükşehir Belediyesi"nden beş koli alıyoruz.

- Ne veriyorlar?
Zeliha: Genellikle makarna, çorba, çay, şeker, pirinç, fasulye, nohut.

- Kaliteli ürünler mi, nasıl?
Zeliha: Kaliteli değil. Hele makarnaları suya atıyoruz, hemen hamurlaşıyor.
Ethem: Ama derdimize derman oluyor yine de...

- Ne kadar idare ediyor o beş koli?
Zeliha: Bir ay bile yetmiyor.

- Peki nasıl bir şey sizi rahatlatır? Devlet ne yaparsa mutlu olursunuz?
Zeliha: Her ay nakit yardım yapsalar o güzel olur. O zaman istediğini kendin seçip alabilirsin. Çocuğuma da bakarım, ev kiramı da güzellikle veririm. Makarna bizi geçindirmiyor ki...

- Her ay mutlaka ödemeniz gereken tutar nedir?
Zeliha: Her ay 50 milyon elektrikle su geliyor; 150 milyon da kira; 200.

- Evde en mutlu gününüz hangisi oluyor?
Zeliha: O gıdalar geldiği zaman mutlu oluyoruz, kömürümüz gelince mutlu oluyoruz.
Ethem: Bir de hiç ummadığımız anda çocuğun yardım parası geldiğinde.

"Bir borç hissetmiyorum"
- Acaba “Madem bana yardım yaptılar, ben de oyumu onlara vereyim” diyor musunuz?
Zeliha: Ben bana yardım yapanlara bir borç hissetmiyorum ama başka kimse de vermediğine göre oy vermeyi düşünüyorum da...

- “Yine aynısına oy vereyim de bari yardımların gerisi gelsin” mi diyorsun?
Zeliha: Evet...
Ethem: Aslında mahalle kime veriyorsa biz de ona atacağız. Burada arkadaşlar kime verilecek dedikleri zaman o iş belli olur.

- Peki bu evin en büyük derdi ne?
Zeliha: Büyük oğlan (19) cezaevinde. Ona para gönderemiyorum. Bir de küçük oğlan okuyor ama ne ayağında ayakkabı var, ne üzerinde palto.

- İstemiyor mu?
Zeliha: Hem de her şeyi istiyor. Mesela biri beslenmesine herhalde ayran koymuş, tutturdu, “Anne sen bana niye ayran almıyorsun, bana niye bakmıyorsun?” Dün bir tane ayran aldık da çantasına koyduk. Ama aç bak bakalım, dolapta bir şey var mı...

- Ne yemek yaptınız akşama?
Zeliha: Sabah çorba yaptım da, akşama bir şey yok.

- “Sosyal devlet” desek ne gelir aklınıza?
Ethem: Sosyal ne demek ki, ben bilmiyorum abla...

- Ya “Süper Loto” desek?
Ethem: Biliyorum, ama ona da oynamaya para yok.



2. EV
Ben mendil satmadığım gün açım
Altındağ"ın çocukları vapurların peşine takılan martılar gibi... Bağrış çığrış içinde hep birlikte gidiyorsunuz. Hele bir de onların ablaları, anneleri de katılırsa tam curcuna. İşte böyle bir anda az ötede sessizce, tek başına duran bir kadın, birden kolumuza girdi; “Gel seni evime götüreceğim” dedi.
Üç-beş gecekondu gittik gitmedik, tek göz bir eve soktu bizi. Daha ayakkabımızı çıkarmadan da kapıda elinde değneği olan bir adam belirdi. Adam, bizi kolumuzdan tutup getiren Billur Hanım"a şöyle seslendi:
“Yeteri kadar baktın, artık ver televizyonumu.”

- Kim bu bey?
Billur: Komşum. Hastayım da moral olsun diye bana televizyonunu vermişti, onu diyor.

- Siz de gelsenize beyefendi... (Geride duran bir abla daha var) Siz de gelin hanımefendi... (İsimlerinin İsmail ve Sultan olduğunu öğrendiğimiz bu iki mahalle sakini de içeri girdikten sonra kapıyı kapattık.) Sen neyle geçiniyorsun abla?
Billur: Ben mendil satmaya gidiyorum, onu da sattırmıyorlar. Ha işte duvarda asılı mendiller; bugün gitmedim, karnım aç kaldı. (Hemen kalkıp gösteriyor mendillerini.)
İsmail: Ben günlerdir buna bir sakat raporu almaya çalışıyorum ki, bir beş on kuruş maaş alsın diye... Çünkü buna mendil sattırmıyorlar. Bir köşeye de gitse hemen pat biri geliyor, alıp götürüyor.

- Sattığından ne kadar kazanıyorsun?
Billur: Üç milyon falan.
Sultan: Üç milyona razı oluyor yani.

"Benim kiramı versinler"
- Peki sana yardım gelmiyor mu?
Billur: Bazen gıda geliyor ama ben gıda istemiyorum, evimin kirasını versinler, ben onu istiyorum.

- Ne kadar evinin kirası?
Billur: Ev sahibi 120 dedi ama 100"e oturuyorum. Ben çalışayım, temizliğe gideyim diyorum ama yaptırmıyor sizin gibi hanımlar...

- Neden?
Billur: Tansiyon hastasıyım, sara hastayım, düşüp bayılıyorum. O yüzden gidip mendil satıyorum ama onu da bırakmıyorlar.

- Kim bırakmıyor?
Billur: Zabıtalar... (Laf buraya gelince başını açıp bize saçlarını gösteriyor.) Bak bunları ben kestim. Zabıtalar döverken böyle doluyorlar ellerine, çekiyorlar; çekmesinler diye... Çok acıyor... Sonra da arabaya koyup şehrin dışına atıyorlar. Kadın başıma oralardan yürüye yürüye geliyorum.
Daha cümlesi bitmeden birden iki eliyle yüzünü kapatıp ağlamaya başladı Billur Hanım. Baktık odaya, ya hep beraber ağlayacağız ya da lafı değiştireceğiz. Biz de bir 10 dakika daha işsizlikten falan bahsedip sonra kendimizi dışarı attık.
Araca binince de “Bir hesaplasana” dedik bizim şoför arkadaşa, “Bu ablanın evinden Meclis"e kaç kilometre var, sosyal devlete kaç?” Birincisine “Yedi” yanıtını verdi şoför, ikincisine “Bilmiyorum.”

3. EV
Yardım kutusunu taşırken "Allahım" diyorum, "Neden?"
Birincisinden çıkmış, birkaç mahalle geçmiş, rasgele sohbet edeceğimiz ikinci bir aile bakınırken bahçe duvarından kocasını uğurlayan Sultan Çiçek"i gördük. Yanında kızı Kader, görümcesi Zeynep, onun kızı Ebru var.
Hemen araçtan inip tam hanımlara derdimizi anlatacak olduk ki evin beyi yolundan döndü, “Siz bir bana anlatın bakıyım” dedi. “Peki” dedik, bir de ona anlattık. “Tamam o zaman, girebilirsiniz” diye izin verince asma kilitli, kırık, tahta kapı anında açıldı. Sadece kapı mı? İki kadının aslan gibi yürekleri de...

- Beyinizin işi ne?
Sultan Çiçek: İkimizinki de işsiz. Benim eşim müteahhitti, şimdi haftada iki gün pazarda hamallık yapıyor.

- Ne kadar kazanıyor?
Sultan Çiçek: 20-25. Ama yol parası-sigara, benim elime 15 milyon veriyor.

- Sen ne yapıyorsun 15 milyonla?
Sultan Çiçek: Vallahi ne yapalım... Sabah 11 gibi yola düşüyoruz görümcemle, Kızılay"a yürüyoruz. İkimizin de naylon erkek terliği var, yaz kış onları takıp ayağımıza gidiyoruz.

- Nereye peki?
Sultan Çiçek: Aşevine. Zaten o olmasaydı benim hiç idarem yoktu. Aşevinde her gün iki tür yemek çıkıyor. Ama birini alsan diğerini almayı için kaldırmıyor.

- O niye?
Zeynep: Kuyruk yağıyla yapıyorlar, üzeri böyle kıpkırmızı yağ. Hele benim büyük kız öldürsem yiyemiyor. Diğerlerine yalvara yalvara yediriyoruz.
Sultan Çiçek: Benimkiler sırf üzülmeyeyim diye “Bak anne yiyoruz” diyorlar, yiyorlar. Ama bazen gün oluyor onlar da elini süremiyor.

- Hiç mi iyisi çıkmıyor?
Zeynep: Bazen lokantalar yardım olsun diye çok güzel yemekler gönderiyor, Allah razı olsun ama onun da içine su katıp çoğaltıyorlar, ekşi ekşi getiriyoruz.

"Kızım ağlayarak gitti"
- Mesela ne çıktı bugün?
Sultan Çiçek: Getirsene içerden... (Görümce bir tencere makarnayla geliyor) İşte bu. Daha az önce geldik biz de zaten. Bir de patates vardı ama onu hiç almadık. Suyun içinde yüzüyor, kaşıkla yakalarsan aldın, yoksa yok.
Zeynep: Bir koklasana şunu. (Kokluyoruz, kesinlikle dedikleri kadar var.) Nimettir, yine de Allah razı olsun diyoruz ama şunu daha iyi yapamazlar mı? Haydi ben kuyruk yağını yiyeyim de bebelere nasıl veriyim?

- Peki bir öğün bununla geçti; sonraki öğünler?
Sultan Çiçek: Sonra bir de Cebeci"ye gidiyoruz. En ucuz ekmek orada; bayat ama üç milyon lira.

- Kaç tanesi?
Sultan Çiçek: Ben her gün 12 tane alıyorum. Bazen yetmiyor bile. Dört tane bebem var tabii.

- Su-elektrik, onları nasıl hallediyorsunuz?
Sultan Çiçek: Çocukların okuluna haftada iki sefer temizliğe gidiyorum, 20 veriyorlar. Ama dört kiramı vermemişim. Elektrik 25 geliyor. Suyum sekiz, dokuz. Kaçak su var ya belediyenin, oradan alıyorum. Ben doğru konuşurum; aha bak, kapının önü bidon dolu.

- Belediyeden ne yardım geliyor?
Zeynep: Yılda iki kez beşer koli, bir de biri kaymakamdan, biri belediyeden iki ton kömür.
Sultan Çiçek: Ama kömürü yaktın mı dört-beş kere kapı açacaksın. Burada ısınsan, şurada üşüyorsun. Çok kokuyor.
Zeynep: Bir de işte millet aşevinde fıtır, zekât dağıtıyor. Mesela biri beş milyon, öbürü on milyon...

- Ya üst-baş?
Sultan Çiçek: Onu da doğru söyleyeyim, ben hep aşevine gelenlerden giyiniyorum. Çocuklarım da öyle. Hatta daha bu sabah 13 yaşında kızımı ağlayarak gönderdim okula.

- Ne oldu ki?
Sultan Çiçek: Beden ayakkabısı yırtık. “Anne bu yırtık ayakkabıyla mı çıkacağım” dedi. “Yavrum bir şey olmaz, kızım git, Allah büyüktür alacağım” dedim, yalvardım yakardım gitti. 13 yaşında genç kız, üzülüyor tabii.

- Sen üzülmüyor musun?
Sultan Çiçek: Benim gücüm bana kalmadı ama sabrımı yavrularımdan alıyorum. Çocuklarım çok zeki. Benim bir Bülent"im var, beşinci sınıfta, bak ablası hep takdir getirir. (İçeriden getiriyor takdirnameleri) Bunlar okuyacak, bizi kurtaracak diyorum.

"Kutuyla çok utanıyorum"
- Ufaklık niçin hiç konuşmuyor?
Sultan Çiçek: Kader çok utangaç, o yoksulluktan çok korkuyor, çok üzülüyor. Televizyonda o Deniz Feneri"ni falan izlediğinde “Anne biz böyle olmayacağız değil mi?” diyor. Bana “Anne Allah razı olsun senden, bulup getiriyorsun, bizim karnımızı doyuruyorsun”, “Anneciğim çok teşekkür ederim, ben ne istersem sen getiriyorsun” diyor. Bunları bu yedi yaşındaki çocuk diyor, vallaha billaha. (Bu sırada Kader İstemi"yle fotoğraf çekme oyununa dalıyor. Biraz güldüğünü görüyoruz.)

- Bari karı koca anlaşıyor musunuz?
Sultan Çiçek: Çok çok mutluyuz biz. Birbirimize söz verdik, açlıkta, toklukta, yoksullukta, varlıkta.
Ama bu sene biraz huzursuzluk aramıza giriyor sanki.

- O niye?
Sultan Çiçek: Aşevinden yorgun elimde bir tencereyle geldiğimde eşimi evde oturuyor görünce deli oluyorum. Niye? İşi yok diye. O da oturuyor ağlıyor, “Karı” diyor, “Gel beraber gidelim, sen de gör, iş yok.” Sonra hak veriyorum. Bakıyorum, dört senedir hamallık da olmasaydı, biz yoktuk.

- Hiç “İyi ki yardım dağıtıyorlar” dediğiniz oluyor mu?
Sultan Çiçek: Diyoruz tabii, ama o kutuyu alıp eve gelene kadar da nasıl utanıyorum biliyor musun? “Allahım” diyorum; “Neden?” Gelen geçen insanları görünce insanın çok gücüne gidiyor. Keşke çalışsaydım, elim hamur çamur olsaydı, ben kendi cebimle alsaydım. İşim olsun çok istiyorum. En çok istediğim o.

- Sizler için “Oyunu nohuda, una satıyor” diyorlar; ona ne diyorsunuz?
Sultan Çiçek: Ama o makarnayı da vermeselerdi bizim işimiz daha zordu.

- “AKP hiç değilse yardım dağıtıyor, CHP bunu da vermez” mi diyorsunuz?
Zeynep: Ben demiyorum.
Sultan Çiçek: Yok Zeynep doğru, o korku bizim içimizde var. Çünkü harbi konuşacağım, şimdi CHP çıkarsa acaba bu makarna da bizim elimizden giderse diye kendi kendimize diyoruz.
Zeynep: Makarnaya oy olmaz da kim iş verirse ona oyumu veririm. Çünkü biz yardım istemiyoruz, biz iş istiyoruz. Ben bir işte çalışsaydım, benim tereyağım olsaydı, ben niye o kuyruk yağını bekleyeyim ki sırada.
Sultan Çiçek: Hah işte en doğrusu bu. Biz yardım değil, iş istiyoruz. Ve ben nasıl konuşuyorum, bil ki benim komşularım da aynı bunu diyor.

MİLLİYET