“ Kentsel dönüşüm “ kavramı hayatlarımıza gireli şunun şurasında kaç sene oldu ? Hiç merak ettiniz mi ? Yoksa, pek çok şeye alıştığımız gibi, ona da alışıp,sorgusuz,sualsiz,hayatınıza alıp, kabul mü ettiniz ? Bunu kendi kendime sorduğumda, sürecin 1999 ‘da yaşanan büyük Marmara depreminden sonra yavaş yavaş başlatıldığı sonucuna vardım. İlerleyen yıllarda, baş döndürücü bir hıza erişti ve pek çok iyi niyetli işte olduğu gibi , başlangıç amacından uzaklaşıp, rantsal dönüşüm halini aldı. Sanıyorum, bunun acısını, pek çok büyük şehir yaşayanı çekiyor. Ben İstanbul’da yaşayan biri olarak, konuyu bu şehir ekseninde gözlemlediklerim ve düşündüklerim üzerinden yazmayı tercih ettim. Özellikle son birkaç yıldır, İstanbul cadde ve sokaklarında sarı kamyon ve çimento arabalarının terörüne maruz kalıyoruz. Neredeyse her gün, sokaklarda bir veya daha fazla sarı kamyon ( moloz taşıma izni olan damperli kamyonlar ) ile burun buruna gelmek, zaman zaman tacize uğramak, çimento döken araçlar yüzünden yolumuzu değiştirip , gideceğimiz yere geç kalmak, kaybolmak ve hatta kaza geçirmek rsikleri günlük rutinimiz halini aldı. Bana en yakın gözlem alanı Kadıköy. Bağdat caddesi ve Fikirtepe başta olmak üzere nasıl bir dönüşümün içine girdiğimizi gün be gün üzüntü , öfke ve şaşkınlık karışımı bir duygu ile takip ediyorum. Bir zamanların, caddeyi süsleyen güzelim köşkleri, nasıl modernleşmeye kurban edildiyse , şimdi de yerine yapılan 5-6 katlı, bir zamanların lüksü tanımlayan apartmanları yıkılıyor ve yerlerine göğüde,yeride delen koca koca binalar dikiliyor. Fikirtepe ise, kargacık,burgacık sokaklarını, binbir çeşit evi ve işyerini barındıran çoğu sonradan bu şehre göç edip, tutunan insanların yaşadığı yaşam alanlarını, bahçelerini tanımlaması çok da kolay olmayan bir biçimde değişitiriyor. Birbirinin üstüne yıkılacakmış görüntüsü veren, türlü çeşit gökdelenler, güzellik yarışmasına katılan adaylar gibi insanlara kendini beğendirme çabasında. Bu bölgeden taşınan insanla, yeni binalara yerleşecek insan sayısını düşününce insanın tüyleri diken diken oluyor. Şehir hızla betona teslim olurken, sadece kentsel değil, toplumsal bir dönüşüm de yaşıyoruz. Eski evsahipleri olanlar, döndüklerinde ne ferah balkonlu evlerini, ne de bahçelerini bulamayacaklar.Evleri bitip, geri taşınanlar , daha kaç sene süreceği belli olmayan bu dönüşüm yüzünden, koca bir şantiyede yaşamaya,çalışmaya,çocuklarını büyütmeye, nefes almaya mecburlar.Kiracıların çok büyük bir çoğunluğu ise, yeni yapılan binalara istenen astronomik kiralar yüzünden, alıştıkları, uzun süredir yaşadıkları ve belki de doğup,büyüdükeri semtlerde bir daha oturma şansı bulamayacaklar. Yani bir nevi sürgün durumu yaşayacaklar. Yeni dönüşen semtlerde , artık günümüzün en geçerli kriteri haline gelen “parası olan “ kesim oturacak. Yıkılan binaların bulunduğu yerlerdeki her türlü yeşil alan da son derece zarar görmüş durumda. Toprağın böğrüne saplanan zeminden bilmem kaç metre aşağıdaki katlar, otoparklar, toprağın üstü kadar, altını da betona boğuyor. “Kentsel dönüşüm” fenomeni önüne geçilemez bir salgın hastalık halinde, dalga dalga yayılıyor. Doğadan giderek uzaklaşan bu şehirde, isimlerinde doğa kelimesi bolca kullanılan siteler yeni doğa anlayışımız haline gelmekte. Kendi vatanında Türkçeyi hiçe sayarak , en gösterişli İngilizce ismi alma yarışına giren siteler de ayrı konu. Vay gelsin posta hizmetlerinde çalışanların başına. Yabancı dili gelişmiş bu toplumda, ne adres maceraları yaşayacaklar kimbilir. Kentsel dönüşüm , sadece eski binaları yıkmakla kalmıyor. Her boşluğa sızıyor. Yeşil alanlar, küçüldükçe küçülürken, binalar onlara nazire yapar gibi büyüdükçe büyüyor. Ortak alan diye tanımlanan yerler, hızla azalıyor. Öyle ki, acil durumlar için ayrılan yerler bile, güya deprem riski adına başlatılan bu dönüşümün kurbanı olmaktan kurtulamıyor.Kentsel dönüşüme alınan bölgelerde, halkın isteklerine,ihtiyaçlarına çoğu zaman kör ve sağır kalınıyor. Hergün yüzlerce insanın, iş,aş umudu ile göç ettiği bu şehirde, artık biz insanlara yer yok. Geçenlerde ,seneler sonra Heybeliada’ya yolum düştü. Oradan Anadolu yakasına bakınca nasıl bir çirkinliğin içinde yaşamaya mahkum edildiğimizin idrakına daha fazla vardım. Göğü delen beton mızraklar, şehir insanının hapishanesi olmuş. Bir parça yeşilin bile bizlere çok görüldüğü bu şehir ve bizler ,daha insanca yaşamayı hak ediyoruz. Önümüz kış. Bakalım, kaç evi ve işyerini sel basacak ? Kaç metreküp yağmur suyu, düşecek toprak bulamamaktan , denizlere karışıp, heba olacak ? Kar zaten giderek daha az uğrar oldu bu şehre. Eh, ne yapsın ? Onca bina ve araba ısısından kar olacak vakit yok. Yere inebilen şanslılar ancak yağmur olabiliyor, gerisi ise buhar. Sonra gelsin, bilmem kaç kilometre öteden, bilmem ne deresinin suları. Aman canım ne önemi var. Bu kadar kusur kadı kızında da olur. Yeter ki kentsel dönüşüme zeval gelmesin.


 

Sevgi ve doğayla kalın !