Çocuktuk… Büyük ninem anlatırdı…

‘’Seferberlikten sonra köye bir iki kişi anca dönebildi. Çarıklarını çıkarmaya yeltendiler de, ayaklarının derisiyle beraber çıktı. Kim bilir kaç gün kaç ay ayaklarından çıkmadığındandır, ayaklarının derisine kaynamış…’’

Çatık kaşlarının altından buğusu belli belirsiz ufacık gözleriyle bazen uzaklara bakar…

’Biz derdi bazen yarım ölçek un bulurduk bir yerden. Ekmek yapmaya fırsat kalmazdı. Çoluk çocuk yalayıp yutuverirdik’’…

Koca ebe, Koca ebe! … Büyük dedemi anlat, derdik. Kocasını yani…

Ağzında diş miş kalmamış. Bu yüzden konuşurken buruş buruş olurdu dudakları.  Bize bu çok sevimli gelirdi, gülerdik. Yüz yaşına varmış derlerdi. Gizli gizli toprak yerdi. Bizim gördüğümüzü bilmezdi.  Evin harımındaki fındık ağacını nasıl kıskanırsa artık, bizleri bir kere ağacın yanında görmeye görsün, baston değneğini kaptığı gibi peşimizden kovalardı.

Hani anlat derdik ya…

Önce yorgun bir “Ahhhh”…çekerdi. Allah’ım nasıl bir ah’tı o…
‘’Sizin dedeniz anca beş-altı yaşındaydı. Her gün sorar dururdu babasını… Ne diyeceksin öyle avutacak ne şeker var, ne lokum. Dedim ya değil ekmek, bir avuç un bulabildiğinde yalayıp yutuveriyorsun. Bir ekmek kırıntısı bile öyle kıymetli, öyle kıymetli...

Böyle kaç yıl geçtiyse gayri,  bir gün seferberlik bitmiş, harp bitmiş dediler. Köyden belki kırk, belki elli erkek gittiydi. Döne döne bir iki kişi döndü. Onların hâli de hâl değil. Gene de şükür dediler.

Dedenizin babasına gelince… Tabi o dönmedi.

Mehmet. Kara Mehmet…

Bize de epey sonra anlattılar. İzmir’den yayan yürüye yürüye, kim bilir kaç günde Denizli’den Cankurtaran’ı aşıverdiğinde o Çukurdaki Yıkık Han’a kadar gelebilmiş. Akşam ha oldu ha olacakmış hana girdiğinde.

Azıcık soluklandıktan sonra hadi bana müsaade ben köye gidiyorum demiş. Handakiler yapma Kara Mehmet, gündüzün şerri gecenin hayrından iyidir. Bak perişansın yorgunsun… Bir gececik kal da dinlen. Sabahı bir tas sıcak çorba içer öyle gidersin, demişler.

Ne yapsın, her ne kadar sıla hasreti ve çoluk çocuğu burnunda tütse de kalmaya razı olmuş. Zaten de adım atacak dermanı yokmuş. Az değil daha köye yayan üç-dört saatlik yol varmış…

Sabah olmuş… Gün yükselmiş bir adam boyu. Ama Kara Mehmet’ten ses yok. Hancı hele bir bakın şuna… Sakın erkenden yola çıkmış olmasın demiş.

Bakmışlar da n’olsun… Garibim yatağında ölmüş kalmış…

O zamanlarda kim haber verecek… Haber gelse kim nasıl alıp gelecek cenazesini… Oracıkta gömüvermişler. Bizim de çok sonra haberimiz oldu, çok sonra…’’

Büyük ninem bunları anlatırken ilkokul çağlarındaydık. Şimdi ne zaman Faruk Nafiz’in ‘’Han Duvarları’’ şiirini okusam büyük dedem aklıma gelir. O Çukur’da, o Yıkık Han’daki son gecesi…

Bu gibi hatıralardan bu ülke insanında yüz binlerce, belki milyonlarca var dostlar.

Kimi unutulmaya yüz tutmuş, kimi tap taze…

Bundandır ki artık bizlere çok konuşmak, dedikodu yapmak, kavga etmek değil, çalışmak, çok çalışmak, hep çalışmak düşer.

Yöneticilerimize ise, bu toprakları bize vatan eyleyen aziz şehitlerimizin, gazilerimizin hatırı ve tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı için; dürüstçe, adilce, eşitçe, gecelerini gündüzlerine katarak yönetmek düşer.

Çünkü bir değil, bin değil… milyonlarca Mehmet, Mehmetçik yatmaktadır bu aziz vatanın toprağının altında…

Başta Büyük Önder Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, aziz şehitlerimizi Rahmet, minnet ve şükranla anıyorum. Ruhları şad olsun…

 

Sağlıcakla…
 

 

 

Aydınpost ANDROID'de TIKLA İNDİR!   Aydınpost APPSTORE'da TIKLA