İdris Gürsoy'un röportajı

Eski Anayasa Mahkemesi Üyesi Prof. Sacit Adalı ilk kez konuştu AK Parti kapatma davasında ara çözüm bulundu, ülke uçurumdan döndü

Anayasa Mahkemesi üyeliğinden emekliye ayrılan Sacit Adalı, görev yaptığı 17 yılda kritik davalarda verdiği karar ve savunduğu görüşlerle öne çıktı. Hep belli bir kesimin hedefinde olsa da doğrularından vazgeçmedi. “Sivil bir anayasa ile vesayet tamamen bitirilmeli.” diyen Adalı, basına ilk kez konuşuyor.

Yıl 1992. Yer, Azerbaycan"ın başkenti Bakü. Soğuk savaştan çıkan şehir, hâlâ komünist rejimin yorgunluğunu taşıyordu. Rejimin izleri binalarda kedini gösteriyordu. Bu izi en çok taşıyanlardan biri de üniversite öğrencilerinin kaldığı yurt binasıydı. Soğuk savaş bitmesine rağmen burası Komünist Yatakhanesi olarak zikrediliyordu. Kolay unutulacak bir unvan değildi. Ne de olsa yıllarca rejime ve devlet bürokrasisine kadro yetiştirdi.

Komünist Yatakhanesi, Bakü"nün en konforlu yurduydu. Her odada en fazla iki öğrenci kalıyor; kitaplığı, çalışma masası, lavabosu ve balkonuyla hayli itibarlı sayılıyordu. Yurtta Azerilerin dışında Türkiye, İran ve Nahçıvan"dan gelen öğrenciler de vardı. Türk öğrenciler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı ve Azerbaycan hükümetinin ortaklaşa açtığı İşletme Fakültesi"nde okuyordu. Projenin hayata geçmesine dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal önayak olmuştu.

Komünist Yurdu, sadece öğrencileri barındırmıyordu. Türk Dünyası İşletme Fakültesi"nin dekanlığını yapan bir Türk profesör de yurtta kalıyordu. Aslında Bakü"de en kaliteli evi kiralayabilirdi. Ancak öğrencileriyle bir arada olmak için, kendisine tahsis edilen bir odada kalmayı tercih etmişti. Türkiye"den gelen öğrencilere sadece derslerde değil, yurtta da vakit ayırmayı seçmişti. Zaman zaman talebelerini odasında ağırlıyor, onlara çay ikram ediyordu. Bir dekan ve yönetici olmanın ötesinde bir arkadaş olarak bilgi ve deneyimlerini aktarıyordu. Sovyetler Birliği"nin dağılmasıyla ortaya çıkan muhtemel gelişmelerde Türkiye"nin pozisyonunu anlatıyor, öğrencilerin sıkıntı ve problemlerini çözmelerine yardımcı oluyordu. Sohbetlerinde Özal hayranlığını gizleyemiyordu. Özal"ın devletle milleti barıştırdığını, Türkiye"ye çağ atlattığını söylüyordu. 1992"nin son aylarında Bakü"ye gelen profesör, kısa sürede öğrencilerin gönlünde taht kurmuştu. Ama bu görevi çok uzun sürmedi. 1993"ün Şubat ayında Türkiye"den gelen bir haberle Bakü"ye veda etmek zorunda kaldı. Öğrencileri iki duygu arasında kalmıştı, hem üzülmüş hem de sevinmişlerdi. Peki, kimdi bu profesör?

O tarihlerde Türk Dünyası İşletme Fakültesi"nin dekanlığını yürüten bu isim Anayasa Mahkemesi (AYM) üyeliğinden emekliye ayrılan Prof. Dr. Sacit Adalı"dan başkası değil. 9 Mart 1993"te merhum Özal"ın YÖK kontenjanından Yüksek Mahkeme"ye atadığı Adalı, 17 yıl üyelik yaptıktan sonra yaş haddinden emekliye ayrıldı. Aslında AYM üyeliği onun için de sürpriz olmuştu. Çünkü bu göreve atanmadan önce merhum Cumhurbaşkanı Özal ve dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden arasında büyük bir kriz yaşanmıştı. Aylarca ülke gündemini meşgul eden tartışma, Özal"ın yüksek mahkemeye atanacak üyeyi akademik kadrodan seçmesiyle başladı. Özal, Yüksek Mahkeme"nin boşalan üyeliği için YÖK"ün gösterdiği üç aday arasından Selçuk Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Süleyman Arslan"ı atadı. Ancak Özden, şiddetle buna karşı çıktı. Köşk"ün yetkilerini denetleyecek kadar cesaret gösteren Özden, Özal"a âdeta meydan okuyor, Cumhurbaşkanı"nın kararına direniyordu. Yüksek yargı üyelerini de yanına alan Özden, dört koldan lobi yapıyor, Cumhurbaşkanı"nı ağır ifadelerle suçluyordu. Süleyman Arslan"ın 15 yıl öğretim üyesi olarak görev yapmadığı gerekçesiyle üye seçilme niteliğine sahip olmadığını ileri sürüyordu. Aslında onun derdi, Arslan"ın inançlı bir akademisyen olmasıydı. Nitekim başarılı oldu ve Yüksek Mahkeme"ye üye seçilen Arslan"ın yemin törenini yapmayarak göreve başlamasına engel oldu. Prof. Dr. Arslan da krizin daha fazla büyümemesi için istifa etti. Ardından Özal, o tarihlerde Bakü"de dekanlık yapan Prof. Dr. Sacit Adalı"yı atadı. Yekta Güngör Özden sonunda razı olmuş ve cübbeyi Adalı"ya giydirmek zorunda kalmıştı.

9 Mart 1993"te Yüksek Mahkeme"de göreve başlayan Sacit Adalı, özellikle parti kapatma davalarında "farklı görüş ve yorumlarıyla" öne çıktı. Emekli AYM üyesi; HEP, ÖZDEP, DEP, HADEP ve DTP davalarında "kapatma yönünde" oy kullandı. Refah, Fazilet ve HAK-PAR"da ise kapatmaya karşı çıktı. Kritik davalarda Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile aynı kararı vererek dikkati çeken Adalı"nın 2008"in Temmuz"unda görülen AK Parti davasında tercihi farklı oldu. İktidar partisinin kapatılmasına karşı çıktı; ancak partinin "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olduğu yönünde oy kullandı. Yüksek Mahkeme, AK Parti davasından bir ay önce yine çok önemli bir dosyayı karara bağlamıştı.

AK Parti ve MHP"nin birlikte hazırladığı Anayasa değişikliği (10. ve 42. madde) ile üniversitelerdeki başörtüsü yasağı kalkacaktı. Ancak CHP, 411 oyla Meclis"ten geçen bu değişikliğin iptalini istiyordu. Yüksek Mahkeme, 5 Haziran"da davayı karara bağladı ve 2"ye karşı 9 oyla değişikliğe vize vermedi. İptale karşı çıkan iki isimden biriydi Adalı. Gerekçesini şöyle açıklıyordu: “Bir türlü gelmeyen, ne zaman geleceği de belli olmayan ama devamlı tekrarlayarak, üsteleyerek, taze tutularak hemen geleceği varsayılan soyut ve hayali bir tehlike uğruna somut bir eğitim hakkının gaspına göz yumulmaktadır.” Karşı oy yazısında mahkemenin esasa girerek karar verdiğini, bunun da yetkisi dışında olduğunu vurguluyordu. Adalı, Cumhurbaşkanlığı seçiminde krize sebep olan "367 kararı"na da karşı çıktı. Yüksek Mahkeme"nin 1 Mayıs 2007"de verdiği kararda karşı oy kullanan Adalı, Cumhurbaşkanlığı seçimi için toplantı yeter sayısının 184 olduğu, Anayasa Mahkemesi"nin anayasada sayılan istisnai hâller dışında TBMM kararları üzerinde denetimi olmadığı görüşünü savundu.

Sacit Adalı, önemli davalarda verdiği kararlardan dolayı hep belli kesimlerin hedefinde oldu. “Özal"ın adamı” olmakla suçlandı, eşinin başörtülü olduğu iddia edildi. Dünya görüşü ve kimliği sürekli tartışma hâline getirildi. 2003"teki Cumhuriyet Resepsiyonu"na dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, eşi kapalı diye eşsiz davetiye gönderdi. Oysa eşi Leyla Adalı, hayatında hiç başörtüsü takmamıştı. Bu gerçek medyaya yansıyınca Sezer, bir dönem çalıştığı mesai arkadaşından özür dilemek zorunda kaldı. Genelkurmay Başkanlığı"nın 2005"te Yüksek Mahkeme üyelerine yönelik andıcında Adalı"nın da ismi vardı. Söz konusu fişlemede onun için "hakkında menfi bilgi mevcut" deniyordu.

Uzun bir dönem Anayasa kürsüsünde kalan Adalı, bu zor ve sorumluluk gerektiren görevi üstlenmenin yanı sıra, zaman buldukça Anadolu"nun birçok üniversitesinde konferanslar verdi. Hitap ettiği öğrencilere hep Türkiye"nin birliğe ihtiyacı olduğunu anlattı, iç barışın sağlanması gerektiğini dile getirdi. Şu sözleri, konferanslarından birinde sarf etti: “Öyle bir anayasa yapılmalıdır ki, tırnak etten ayrı olmasın. Nasıl ki bir insanın vücudu uyum içinde çalışıyorsa, anayasada da her birim uyum içinde olmalı. Ben bir parti kuracak olsaydım adını "Vatandaşın Hayatını Kolaylaştırma Partisi" koyardım. Çünkü Türkiye"de herkes birbirine engeller çıkartarak vatandaşın hayatını zorlaştırıyor. Hâlbuki Peygamberimizin dediği gibi her şeyi kolaylaştırmalıyız.”

Prof. Adalı şimdi Turgut Özal Üniversitesi"nde Hukuk Fakültesi Dekanı olarak geleceğin hukukçularını yetiştiriyor. Adalı, bu yıl öğretime başlayan üniversitedeki makam odasında Aksiyon"un sorularını cevapladı…

-AK Parti"nin kapatılması davasında "odak" yönünde oy kullanmanızın sebebi neydi?

Ecevit (Bülent) döneminde anayasa değişti ve parti kapatma zorlaştırıldı. Ceza sadece kapatma değil, ondan bir evvel devlet yardımından mahrum bırakılma veya aldığı yardımın tamamını ya da bir kısmını iade cezası getirildi. AK Parti odak oldu mu olmadı mı çok tartışıldı. "Kesin odak" diyenler oldu, kapatılmasını istedi, bir kısmı "hiç odak olmadı" dedi. Bir kısmı da "kapatılmaya gitmeyecek, para cezası kadar bir laikliği zedeleme olmuştur" dedi ve bir ara ceza verilmesini istedi. Sonuçta oylama yapıldı ve parti kapatılmadan bir ikazda bulunuldu. Bu karar Türkiye"nin hayrına oldu.

-Neden?

İktisadi, sosyal, siyasi depreme girmesine bir ara çözüm oldu. Ara çözümle memleket uçurumun kenarından döndü. "Hiç odak değildir" veya "çok ağır odaktır, kapatılmalı" kararı çıksaydı herhâlde Türkiye şu anda bulunduğu yerde olmaz, çok farklı bir noktada olurdu. Olanda hayır vardır. Böyle bir hüküm çıktı.

-367 kararı da çok tartışıldı?

Evet. Türkiye olgunlaşıyor. İdare edenler de edilenler de olgunlaşıyor. En küçük sarsıntıda piyasalar allak bullak olur, paralar bankalardan çekilirdi. Şimdi çok büyük şeyler oluyor, kimse rahatsızlık hissetmiyor. Türkiye bunları atlatıyor, olgunluk seviyemiz artıyor. Birbirimizi kırıyoruz belki ama siyasiler arasında diyalog devam ediyor. Diyalog uzlaşma getirir, çatışmayı engeller. Olgunluğun emaresi olarak diyalog kuruyoruz. Kızsak da birbirimizin boğazına yapışmıyoruz. Gidişimiz olgun milletlerin seviyesine doğru.

-Hukuki darbeler olarak tarihe geçen bu davalara nasıl bakmak lazım?

Sistem oturmamışsa güç sahipleri güçlerini belli etme teşebbüsünde bulunur. Kendi menfaatlerinin, isteklerinin, taleplerinin gerçekleşmesini isteyebilirler. Ama artık millet de güçleniyor.

-Nasıl?

Oyu zaten var, ama bir zengin sınıf, burjuva sınıfı da Anadolu"da görünüyor. Fert başına gelir seviyesi yükseliyor. Hayal gibi görünenler gerçekleşiyor, kişi başı gelirin yükselmesinin demokrasinin gelişmesi ile doğrudan ilişkisi var. Durduk yerde olmaz, siyaseten manevralarla da olmuyor. Ben varım diyen insanların ortaya çıkması lazım. Bunun için iki yol var; ya bir makam sahibi olacaksınız ya da sermaye sahibi... Gücü insanlar iki yerden alıyorlar. Beden gücü hariç. Makam sahibi ise bilgisinden oraya gelmiştir. Kaybedecek şeyleri olan insanlar çoğaldı. Eskiden kaybedecek şeyi olmayan insanlar çoğunluktaydı. Marks"ın bir sözü var: Zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan insanlar zincirlerini bile yerler.

-Statüko neden Anadolu sermayesine karşı?

"Benim buradaki tezgâhıma ortak olur" düşüncesi var statükoda. Tezgâha ortak çıkmasın isteniyor. Onun için Anadolu kaplanlarını ortadan kaldırmak istiyorlar.

-Nasıl?

28 Şubat, askerî-siyasi bir manevra değildir, ekonomiktir. İstanbul sermayesi ve iş dünyası, Anadolu"da yeşeren burjuvanın önüne geçmek istemiştir ve hakikaten bir müddet Anadolu sermayesi yok olmuştur. Birçok isim hedef alındı, birçok firma batırılmaya çalışıldı ve batırıldı. Onların hataları olabilir ama ikaz edersin, sermayeyi kaçırmanın anlamı yok ki!

-Vatandaşın Hayatını Kolaylaştırma Partisi kurarım diyorsunuz bir konuşmanızda?

Vatandaş çok itilip kakıldı. Vatandaş itilip kakılmak istemiyor; ihtiyaçlarının, kendilerini efendi olarak görmeyecek insanlar tarafından karşılanmasını istiyor. Görülmeyince öfkeleniyorum. Bir parti kursam, hiçbir ideolojisi olmayan, insanımın her isteğini yerine getiren... Eskiden bürokrasi daha çoktu.

-Özal sizi Anayasa Mahkemesi adaylığına nasıl seçti? Bu sizin için sürpriz miydi?

Özal önce rahmetli Süleyman Arslan"ı atadı. Ancak o zamanki Mahkeme Başkanı Yekta Güngör Özden, Arslan"a karşı çıktı. Özal, "cumhurbaşkanının tasarruflarına karışamazsınız" diye direndi; fakat Özden de direndi. Arslan"ın odasına girmesi, araba kullanması, sekreteri ile yazışmalar yapması engellendi. Üç ay mahkemeye giremedi. Geldi kapılar kilitli, hep geri döndü, çok mutazarrır oldu. Cumhurbaşkanı kendisi ile görüşmüş, istifasını rica etti. Onun üzerine biz akıllara geldik. 1992 sonlarında bu oldu, 22 Şubat"ta tayinimiz çıktı, 9 Mart"ta da vazifeye başladık.

-Hep “Özal"ın atadığı iki üyeden biri” olarak anıldınız? Bu sizi rahatsız etti mi?

"Şunun bunun isteği ile geldi" denmese daha iyi olur. Bu tercih. O günkü cumhurbaşkanı öyle tercih etmiş, bugünkü böyle. Tercih meselesi. “Şucu bucu, Özal"ın, Sezer"in adamı” diye sıfatlandırılıyor. Bir tercih yapmış, onun süresi var, herkes hizmetini yapıp ayrılıyor.

-Özal"la tanışıyor muydunuz?

Hiç tanışmıyorduk, bilakis Özal"ın aleyhine bir yazı da yazmıştım. Aleyhine yazı yazdığımı ve oy kaybına sebep olduğumu bildiği hâlde yine de beni tercih etmiş.

-Hiç görüşmediniz mi?

Sadece yemin merasimine geldi. 16 Nisan"daki törende, "Sizinle bir görüşelim" dedi. En yakında sizi ziyaret edeceğim, dedim. 17 Nisan"da öldü. Ziyaret etmem öbür âleme kaldı.

-Yazıdan dolayı tepki gösterdi mi?

Hiçbir tarizde bulunmadı. Avrupa Birliği"ne girmede kullanabilmek için bir kitap yazdırmış. Biz Batı kültürünün devamıyız diye. Biz gençlik yıllarında onu eleştirdik. Onun siyasetinin manasını bilmeden eleştirdik.

-Odanızda fotoğrafı var? Neden astınız?

Türkiye"nin kırılma devrelerinde yaşayan bir insan. Demokratikleşmeye giden yolu, liberalizme giden yolu açmıştır. Vatandaşa ikinci sınıfmış muamelesi yapılmasının artık sona erdirilmesi gerektiğini hissettirmiştir. Menderes"ten farklı olarak iktisadi bir açılımda bulunuyor. Üretimin zenginlik olduğunu biliyor ama üretimi değil ihracatı teşvik ediyor. Biz o devirde onu da anlamadık. Meğerse üreticileri harekete geçirmenin yolu talep yaratmadan geçiyor; iç tüketim yetersiz, dışa önem veriyor ki sanayi çarkı daha hızlı dönsün. Talep olmadan sanayi ne üretecek?

-Özal"ın vefatı konusu tartışılıyor?

Kesin delil olmadan zanlar üzerine görüş bildirmemek lazım. "Allah rahmet eylesin" deyip bundan sonrasına bakalım.

-Bakü"de dekan olarak görev yaparken ev tutmayıp öğrencilerle birlikte yurtta kalmanızın sebebi neydi?

İlk defa yurt dışına çıkıyorduk. Türk Dünyası İşletme Fakültesi"ne 15 öğrenci gitmeyi kabul etti. Bunlara abi lazım; uzak diyarlar, lise çağında çocuklar kaybolabilirler. Onlara ağabeylik yaptık. Ellerinden tutulmasa kaybolup gidebilirlerdi.

-Hatıralarınızı yazıyor musunuz?

Bakalım.

-Öğrenci olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Masum mu?

Daha sakin olalım, birbirimize daha kibar davranalım. Söyleyeceğini herkes öfkesine, ideolojisine hâkim olarak söylesin. Güç ve kaba kuvvet olmasın.

-Anayasa değişiklik paketi demokratik bir milat mı?

Demokratik bir adımdır. Bu bir süreç… Geriye asla dönülmez. Geride kalanlar hayırla anılabilir. Yokuş da çıkılsa yol alınıyor. Anayasa değişikliği ile Türkiye yokuş çıkma külfetine katlanmakla beraber gayet güzel bir şekilde yol alıyor. Atatürk"ün gösterdiği muasır medeniyetler seviyesindeki ülkelerden uzaklaşmıyor, bilakis onlara yaklaşıyor. İktisadi, siyasi, kültürel bir bütünleşme ile Türkiye dünya devleti oluyor. Bu, hukuki mevzuatın önderliğinde olacak tabii. Anayasa bir sistem kurmuş olacak ki ona paralel iç düzen işlesin. Bu bir adımdır.

-Bir adım sonrası nedir?

Sivil bir anayasa olması icap eder. Türkiye onu da başaracak. Çünkü suyun akış yönünü kimse değiştiremez, ne kadar zorluk da olsa akan su mecrasını bulur. Türkiye iyi bir yolda, kişi merkezli dünya görüşünü kabul etmenin neticelerini görüyoruz. Devleti hepimiz seviyoruz ama devlet bizzat kendisi için değil, milleti için vardır. Devlet sanal bir organizasyondur. Devlet, devletin içinde makam sahibi olan insanlardan müteşekkildir. Devlet, kafamızda ürettiğimiz siyasi bir olgu; onun elle tutulur yanı ajanları, organları, memurlarıdır. Yani o kişi ve kurumların, "idare ediyorum" dedikleri kişilerin hizmetkârı olmaları icap eder; o anlayışın sahibi olmaları gerekir.

-Devlet, Türkiye"de hizmetkârlığı kabul ediyor mu?

Ben burada, Anayasa Mahkemesi üyesi iken de daha önceki üniversitede de, kendimi vatandaşın hizmetkârı olarak gördüm hep. Bize böyle öğretildi. Devlet vatandaşın efendisi değil, vatandaşın daha huzurlu, rahat yaşaması için ona hizmet edecek bir mekanizmadır. Başbakanından tut herkes hizmetkârdır. Beğenmiyorsan gidersin, bağırıp çağırmaya gerek yok. Gidersin, daha iyisi gelir.

-Bürokrasi ve siyasetin vatandaşa bakışı nasıl?

Vatandaşın seçimlerde verdiği oyun meşruiyeti tartışılmaz. Biz vatandaşın oyunu bile tartışmaya açıyoruz. Siyasete saygı göstereceğiz. Vatandaş hizmet bekliyor. Dünyaya bir defa gelme şansına sahip her insan, huzurlu, dostane, saygı ve sevgi içinde geçecek bir hayat istiyor; bunu da devlet memurları, genel müdürler, müsteşarlar sağlayacak. Herkes vatandaşın ihtiyaçlarını görmek için çalışacak. Ama bizde vatandaşın üstünde elit bir tabaka var.

-Sivil anayasada ne olmalı?

Vesayet sistemini tamamen bitirecek, insanımıza güvenildiğini gösterecek maddeler olmalıdır. İnsan hata yapabilir, devlet de hata yapar. Hata yaparak olgunlaşılır.

-Fazla demokrasiye karşı çıkanlar da var?

Evet. Vatandaş daha olgunlaşmadı, "bu kadar demokrasiye, hürriyetlere boğmak kötü neticeler verir" görüşünde olanlar var. Boğalım bakalım bir kere, kısa sürede hazmedecektir. Herkes zeki, hiç kimse aptal değil. Herkes menfaatini bilir, nereden ne geleceğini hesap eder. Neyin zararına, neyin menfaatine olduğunu bilir insanlar. İnsanlara güvenip daha liberal, daha az maddeden müteşekkil bir anayasa hazırlanmalı.

-Hangi maddeler değişmeli?

Türkiye Cumhuriyeti sanki dokunsan yıkılacakmış gibi onu koruyan ifadelere, Millî Güvenlik Kurulu gibi kurumlara, "biz koruyucu, kollayıcı olmalıyız" diyen maddelere lüzum yok.

-Ancak hâlâ korkular var, sebebi ne?

Bu cumhuriyet oturdu, kimse yerinden sökemez. Türkiye çok oturdu. Hâlâ çocuk muamelesi görüyoruz. Bu ne yapacağını bilmez! Bilir, senden daha iyi bilir. Güvenmemek kavganın, çekişmenin kaynağını teşkil ediyor. Birbirimizi sevelim, birbirimize güvenelim; hata yapanı toptan reddetmeyelim, hatası kadar reddedelim. Tarafgir bir bakış açımız var. Fikir ayrılığı olabilir. Kişinin fiilini sadece kınayabilirsiniz. Fiilinden dolayı onun bedenine eziyet ve işkence yapamazsınız. Hukuken bir ceza verirsiniz. Bu pozitif hukukta da İslam"da da böyledir. Kişiyi yaptığı hata kadar kınayalım. Diyalogla, iyi niyetle birbirimizi ikaz edelim.

-Güvensizlik nasıl aşılabilir?

Ne farkımız var birbirimizden? Aynı coğrafyanın insanlarıyız, aynı tarihten geliyoruz; aynı suyu içiyor, aynı dili konuşuyoruz. Bizim asgari değil, azami müştereklerimiz var, en uzak saydığımız insanlarla bile. Böyle bir toplum birbirini ayrıştırır mı, birbirinden farklı olduğu iddiasında bulunur mu?

-Sorun ne o zaman?

Herkes yekdiğerinden bir sigara kâğıdı eni kadar farkı imtiyaz sayıyor. Hayır! Sokakları temizleyen bir belediye işçisi de bir cumhurbaşkanı kadar şeref ve haysiyete sahiptir. Ben onu niye ikinci, üçüncü sınıf olarak göreyim! Ağlayarak çıplak doğduk. Aradaki dönemi biz imtiyazlar dünyası hâline getiriyoruz. Ne doğarken farklılık var ne ölürken. İkisi de bizim elimizde değil. Nasıl ki eşit doğduk, hayatımızı eşit yaşamalıyız. Bu düstur kâğıt üstünde yaldızlı bir söz olarak kalmamalı; onu hazmetmeli, hayatımıza tatbik etmeliyiz. Dengeli, ölçülü olmak, hesap verebilmek önemlidir bir devlet adamı için; ben bunlara bir şey daha ilave ediyorum: Erişilebilirlik.

-Siyasetçilerimiz ve bürokratlarımız biraz erişilmez mi?

Devletlularımız evet muhteremdir, saygındır; ama bir kısmına ulaşılmıyor. Ulaşılamıyor. Çok saygın insanlar ama öyle bir fildişi kuledeler ki, onlara ulaşmak çok zor. Rahmetli Recep Yazıcıoğlu örneğin kapısı açık bir valiydi. Yani ulaşılabilirdi. İdareci, vatandaşın hizmetkârıdır, bu sebeple kapısı da her daim açık olmalıdır.

-Anayasa değişikliği zihniyet değişikliğini de getirecek mi?

Hukuk değişikliği, zihinlerin değişmesine de yol açacak. Anayasa değişiyorsa sadece kâğıttaki sözler değişmez, bu iç dünyamıza da ister istemez yansır.

Bahşedilen değil, söke söke alınan hakların kıymeti daha çok bilinir; bu hakları ne kendimiz istismar edeceğiz ne de başkasının istismar etmesine müsaade edeceğiz. Bir hak bahşedilmişse kıymeti pek anlaşılmıyor, çok hor kullanılıyor. İhtiyaçlar nispetinde hak almak ve aldığın nispette onun kıymetini bilmek önemlidir.

-Değişime direnenler süreci okuyamıyor mu?

Hepsi okuyor ama dünün devrimcileri idareyi aldıklarından itibaren zamanla durgunlaşır ve statükocu hâle gelirler. Bu sefer onların bu statik hâlinden gocunan bir grup çıkar, devrimci sıfatını onlar alır. Dünün devrimcilerinin geri anlayışına sahip dediği tipler bu sefer ilerici hâle gelir. Ve o durgun statükoyu değiştirme yoluna giderler, bu bir devr-i daimdir.

-Devrimciler için de yarın statükoculuğa düşme tehlikesi var o zaman. Bunu aşmanın yolu nedir?

İktidara gelenlerin her zaman kendilerini yenileyecek yolları açık tutmaları icap eder. "Kurdum, sahip oldum yeter, benden kimse hesap soramaz" dedin mi sen bitmişsindir. Senden herkes hesabını sorabilir. Şu anda iktidardayım ama bu geçici, kendimi daima yenileştirmem lazım, eskiyen taraflarımı, kullanışsız hâle gelen kurumlarımı, görüşlerimi yenilemem lazım.

-Türkiye"de devrimleri yapanlar statükocu mu oldu?

Evet. Dünün devrimci ve yenilikçi insanları, devletin idarecileri statükocu durumuna düştüler. Kendilerini dokunulmaz, seçkin zümre addedip "vatandaşın sırtına vur, ağzından ekmeğini al" düşüncesi ile kendilerini tek hâkim olarak gördüler. Hayır. Kendinizi daima reforma tâbi tutacaksınız yoksa çökersiniz, hiçbir sistem ayakta kalamaz.

Sacit Adalı kimdir?

Adalı, 5 Mart 1945"te Isparta Eğirdir"de doğdu. İstanbul Saraçhanebaşı İlköğretim Okulu ve Vefa Lisesi"nden sonra AÜ Siyasal Bilimler Fakültesi"nde okudu. Fransa"nın Rannes Üniversitesi"nde Yönetim Bilimleri dalında doktora yaptı. 1976"da doçent, 1983"te profesör oldu. DPT başta olmak üzere birçok kamu kurumunda çeşitli görevler üstlendi. Azerbaycan Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu ile merkezi İstanbul"da bulunan Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı"nın işbirliğiyle 1 Kasım 1992"de Bakü"de açılan Türk Dünyası İşletme Fakültesi"nde dekanlık vazifesini üstlendi. Bu işi yürütmekte iken Yükseköğretim Kurulu"nu temsilen Cumhurbaşkanı Özal tarafından seçildiği Anayasa Mahkemesi üyeliği görevine 9 Mart 1993"te başladı. 6 Mart 2010"da bu görevden yaş haddinden emekliye ayrıldı. Adalı, bu yıl eğitime açılan Turgut Özal Üniversitesi"nde Hukuk Fakültesi Dekanı olarak görev yapıyor.

Aksiyon