Molozların arasından oyuncak bebek kolu, plastik yağ şişesi, gazete kâğıtları görünüyor. Benim evim yıkılsa, molozların arasından görünecek olan yani. Sizin eviniz yıkılsa görünecek olan… İleride bir baraka var. Yıkılmamış ama yanındaki yıkılınca bir omzu çökmüş. Kapının önünde, bir bacağı koli bandıyla tutturulmuş eski bir kadife koltukta üç kişi oturuyor. Solda, ayakları çıplak dört çocuk karnı sırtına yapışmış bir köpekle oynuyor. Hava çok sıcak, etraf, taş, toz, moloz… 
Burası Ataşehir... Mutfağına ancak iki kişilik plastik bir masanın sığdığı, akşam yedide çöpümüzün, sabah yedide kepekli ekmekle yağsız sütümüzün alındığı dairemize ulaşmak için asansörde ‘30’u tuşladığımız semt. 
Bu bölge daha Ataşehir olmamış, binalarla dolmamışken, burada Romanlar yaşıyor, toprakları ekip biçiyor ve çiçek yetiştiriyordu. TEM yoktu, çayır vardı, az yukarısı ‘Mustafa Kemal’ değil, ‘1 Mayıs Mahallesi’ydi, ‘eskiden buralar hep dutluktu’ demek gibi olacak ama hakikaten ‘eskiden buralar hep dutluktu.’
Şimdi bölgenin en eski yerlileri olan Romanlar Ataşehir’den, Küçükbakkalköy’den kovuluyor. Belediye ‘hazine’ arazisi dediği arsaları satmış, Romanlar “Burası bizim” diyor.
Derya Çetin 24 yaşında. Çiçekçi. “Her sabah sepetlerimizi alıp Göztepe’deki Özgürlük Parkı’na gidiyorduk. Bütün gün ekmeğimizi kazanıyorduk. Evlerimiz 28 Haziran’da yıkılınca çiçek de satamaz olduk. Öyle duruyoruz.” deyip susuyor. “Bir tek şey söyleyebilir miyim?” diye soruyor. “Bizim istediğimiz tek şey burada kalmak. Evimizi yıkmasınlar, başka hiçbir şey istemiyoruz.” Kuzeni Erdoğan Çetin ortaokulu bitirmiş, liseye kayıt olamamış. “Polis olmak istiyorum” diyor. “Neden?” diyorum. “Polis olursam buraları yıktırır mıydım?” diyor. Cevriye Çetin okula gitmek istiyormuş. Çekiniyor, konuşmuyor. Kuzeni ona sarılıp anlatıyor: Çok kafalı aslında, keşke okuyabilse… 
Biraz ilerde küçük bir çocuğu kucağına almış, bağdaş kurup oturmuş bir kadın var. Adı Arzu Çalgıcı’ymış. 18 yaşındaymış. Adana’dan gelin gelmiş. Kocası askerdeymiş. “Kayınnamla kalıyorum” diyor. “Nereye gideceksiniz?” diye soruyorum. Bebeğine sarılıp moloz yığınlarına bakıyor, cevap vermiyor. Sorularım kendi kulağıma çok manasız geliyor. Yanına oturuyorum.
Zekiye Çalgıcı, 51 yaşında. Tek göz odada yedisi çocuk, 13 kişi kalıyorlar. “İki oğlum asker” diyor. Akciğer ameliyatı olmuş, istediği tek şey ‘uzanmak’. Dursun Çalgıcı eşi. Hurda ve kâğıt toplayarak geçimini sağlıyormuş. “Düşünüyorum” diyor. “İki oğlum asker. Biri Metris’te, biri Elazığ’da. Niye gönderdim ben onları askere? Anasını babasını evinden, yurdundan atan devleti korusun diye mi?” Gözleri doluyor, daha fazla konuşamıyor. 
Herkes aynı şeyi söylüyor: Romanız diye bizi buradan atıyorlar, Romanız diye başka yerlerde ev vermiyorlar. Romanız diye iş vermiyorlar. Biz ne yapalım, nereye gidelim? 
Çocuklar mahalledeki okullarda okuyor ama arkadaşları ve öğretmenleri tarafından dışlandıkları için okula gitmek istemiyor. Şafak “İkide bıraktım” diyor. İlkokul ikiye kadar okumuş, şimdi kâğıt topluyor. Atakan gülüyor, “Ben birde bıraktım” diyor. Öğretmen “Kokuyorsun” demiş, arkadaşları ‘oyuna katmamış.’
1 milyon TL istiyorlar
Yüksel Dum, Ataşehir Kaymakamlığı’nın tam karşısındaki ağacın gölgesine oturmuş, yanına gidince bizi selamlıyor. Kendi deyişiyle ‘gazetecilere alışkın’. Çünkü uzun süredir hukuk mücadelesi veriyor, hem de hukukçulara karşı... Yüksel Bey, Anadolu Yakası Roman Kültürünü Yaşatma Derneği üyesi, aynı zamanda Avrupa Konseyi ve Sıfır Ayrımcılık Derneği’ne de üye. 16 çocuğu var, çiçekçilikle geçiniyor, bir de bahçesi var. 
“Barınma hakkı, bir insanın ilk ve en önemli anayasal hakkıdır” diye başlıyor söze. Bir sigara yakıyor, bir eliyle de yanına gelen torununun başını seviyor…
“Biz belki 2. Dünya Savaşı’nı görmedik ama 19 Temmuz 2006’da yaşanan yıkımda o savaşın nasıl bir şey olduğunu anladık. Geldiler, hiç acımadan evlerimizi yıktılar, eşyalarımızı bile almamıza izin vermediler. Böyle bir şiddeti, böyle bir zulmü daha önce görmedik” diyor. “Benim atalarım iki buçuk asırdır burada yaşıyor, yani burası benim. Burası bizim. Buraya ilk gelip yerleşenler Romanlardı. İstanbul’a ilk yerleşenler Romanlardı. Bana öyle geliyor ki Romanları bitirmek istiyorlar. Artık İstanbul’da Romanları görmek istemiyorlar.” 
“Nereye gideceksiniz?” diye ona da soruyorum. Kızıyor bana: Neden illa bir yere gitmemiz gerektiğini düşünüyorsunuz ki? Hiçbir yere gitmeyeceğiz. Burası bizim evimiz. Size gelip, “Buradan gidin” deseler, hemen gider misiniz evinizden? Bu ne biçim soru?”
“Arsam için benden 1 milyon TL istediler. Ben 51 yıldır buradayım, tapu tahsis belgem var, 1978’de aldım. Burası Kadıköy Belediyesi tarafından çok ucuza hakim ve savcılara satılmış. Metre karesi 250 TL’ye. Benden istedikleri paraysa asla ödeyemeyeceğim bir para. Ben çiçek satıyorum, 1 milyonu nereden bulayım? Hukukçular Kooperatifi buraya inşaat yapacakmış. Benim elimde tapu tahsis belgesi var, çöp vergisinden tutun, elektriğe, suya kadar faturalarımı ödüyorum, Ziraat Bankası makbuzlarım duruyor. O gün yıkıma gelenlere açtım göstereyim diye, bakmadılar bile.” diyor.
Yüksel Bey AİHM’e başvurmuş, avukat Hacer Foggo’dan gözleri ışıldayarak söz ediyor. “O olmasa, sesimizi duyan yok” diyor. Foggo, yıllardır Romanlara karşı yapılan sistemli ayrımcılığa ve zulme karşı çalışmalar yapmasıyla tanınıyor. 
Aydoğan Dalkoparan astım hastası, oksijen tüpüyle yaşıyor. Sokakta bir sandalyeye oturmuş, zar zor nefes alarak anlatıyor: Bakın burası Kaymakamlık binası. Kaymakam her gün buradan geçiyor. “Baba” diye sesleniyorum ona. Bir kez dönüp bakmıyor. Bir kez başını çevirmiyor.
Haftasonu yemek yenmez mi?
Dalkoparan’ın 3 aydan 3 aya 900 lira maaşı var. Bu para tedavisine yetmiyor, çoluk çocuk aç. “Belediye her gün bir kap yemek getiriyor. Haftasonları o da yok. Siz haftasonları yemek yemiyor musunuz?” diye soruyor. Bir de isteği var: Banyo yapabilmek. “Günlerdir yıkanmıyorum. İnsan böyle yaşar mı?” diyor. Dumankaya İş Merkezi yapılmış hemen yanıbaşlarına. Yüksek binayı göstererek, “Birkaç gün sonra bunun açılışı varmış, önemli kişiler gelecekmiş. Bizi görmek istemiyorlar.” diyor.
Onun bulunduğu arsanın mal sahibi olaydan haberi olmadığını söylüyormuş. Gelmiş, durumlarını görmüş. “Mal sahibi çıkın demiyor ama Belediye’ye de karşı gelemiyor.” diyor. 
Hayvanlar da zor durumda. Her evin köpeği kedisi varmış. Şimdi hepsi açlıktan, bakımsızlıktan hastalanmış, bazısı ölmüş. “İstanbul Romanlar’ını barındırmıyor. Birkaç yüz kişiye barınacak bir çatıyı çok görüyor.” diyorlar, bir de ekliyorlar: Hayvanseverlere de sesleniyoruz. Bari gelip hayvanlarımıza yardım etsinler. 
“Biz” diyorlar, “12 Haziran’da gittik oyumuzu verdik, o zaman vatandaştık, artık değil miyiz?” Ve son olarak soruyorlar: Başbakan Kazlıçeşme mitingine, “Romanlar benim kardeşimdir, ben Romanlar’ı tanırım, bilirim, ben Kasımpaşa’da büyüdüm” diyerek başlamıştı. Böyle kardeşlik olur mu, insan kardeşini aç açık bırakır mı?”