Kurban insanın fıtratında var olan vahşiliği gemleyen hem dini bir emir hem de insanlar arasında barışı sağlayan samimiyeti, kaynaşmayı ve sevgiyi derinleştiren bir kültürdür.

Eskiden apartman kültürünün bu denli yaygınlaşmadığı devirlerde kurbanın günler öncesinden başlayan bir telaşı olurdu.

Kurbanlık hayvan alınır, evde bir süre beslenir böylece kurbanlıkla aile bireyleri arasında duygusal bir bağ meydana gelirdi.

Onun için evcil hayvanlar kurban edilir yabaniler değil… Mesela dağ keçisi veya geyik türü  yabani hayvanlar bünye bakımından keçi ve koyunla aynı özellikleri taşıdığı halde duygusal ortam oluşmadığı için kurban edilmesi dinen uygun görülmemiştir.

Koyunun ise o sevgi oluşmasında ayrı bir yeri ve özelliği vardır. Çünkü o diğer küçükbaşlara göre hem daha uysal hem de sevimlidir.

Halk arasında zararsız, uyumlu olması nedeniyle sevilen, sempati duyulan insanlar için kullanılan “koyun gibi” sözü de koyunun bu özelliğine yönelik bir deyimdir.

Tefsircilere göre oğlu İsmail’e bedel olarak Allah tarafından Hz. İbrahim’e kurban etmesi için koç indirilmesinin sebebi hikmeti de budur. Ama bu durum kurbanlığın koyun olmasının şartı değildir.

 Onun için kurbanlık hangi cinsten olursa olsun kesileceği gün insan sevinç ve üzüntüyü aynı anda yaşar.

Sevinç yaşanır çünkü o gün bayramdır… Üzüntü yaşanır çünkü kurban edilecek olan sevilen bir candır.

Günümüzde şehirlerin İslami hassasiyetleri ve gelenekleri dikkate almayan şehir mimarisi mahalle kültürünü yok ettiği gibi kurban gibi dini bayramları da yozlaştırdı.

Eskiden bayramın havası daha bir farklı olurdu… Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiri okuyanda farklı duygulara yelken açtırır ve ister istemez insanın dudağından  “nerede o bayramlar” sözlerinin dökülmesine neden olur.

 Evet, nerede o eski bayramlar… Kurban Bayramı hazırlıklarına haftalar önce başlanırdı… Herkesi bir telaş alırdı… Hayvanın kesileceği yere çukurlar kazılır, kesici ayarlanır, kesim işi kısa sürede olsun istenirdi.

Erkek çocuklar yeni giysileri ve ayakkabıları ile babalarının veya dedelerinin elinden tutarak bayram namazı için caminin yolunu tutarlardı.

Evin kadın ve kızları ise sofra hazırlıklarını tamamlamış yeni giysiler içinde erkeklerin camiden gelmesini beklerlerdi.

 Dünkü bayramlarda insanlar namazdan sonra sanki küslermiş gibi hemen evin yolunu tutmaz genciyle, yaşlısıyla cami avlusundaki bayramlaşmadan sonra sıra evde bekleyenlere gelirdi.

O bayramlarda teknolojinin yeni ürünü toplu mesajlarla dostluklar sıradanlaştırılmaz bizzat ziyaretle yaşlıların elleri öpülür çocuklar verilen harçlık ve hediyelerle sevindirilirdi.

Tatil beldelerine akın yerine ailecek konu komşunun kapısı çalınır gönülleri alınırdı. Asker ailelerinin veya uzakta olup da gelemeyenlerin evlerine ise “gurbet hüznü çökerdi”.

Yakın akrabalar eş dost ve komşular ailecek ziyaret edilir böylece hısımlık bağlarının devamı ve geleneğin kuşaktan kuşağa aktarılması sağlanırdı.

İşte o bayramlar gerçek bayramlardı…

İnsanlar birbirleriyle kardeşti… Millet bir bütündü… Şehirle mahalle arasında, köyle belde arasında insani bir yakınlık vardı… Yaşlı ile genç arasında bir uçurum da yoktu… Yani Müslümanlar gerçek anlamda ümmetti.

Bayramlar bayram gibi kutlanmayınca birbirimizden koptuk… Çözüldük… Sürüleştik… Birliğimizi de kaybettik, dirliğimizi de bozduk… Kurban keser gibi birbirimizi boğazlar hale geldik.

Merhameti, şefkati, acımayı, yardımlaşmayı unuttuk… Kendi özümüzden ve kimliğimizden çıktık başka bir millet haline geldik.  

Aynı dili konuştuğumuz, aynı dini değerleri paylaştığımız, yerine göre halleştiğimiz yerine göre dilleştiğimiz akrabamıza, komşumuza, mahallelimize yabancılaştık…

Dostlukları yele verdik… Akrabalıkları menfaate kurban ettik… Merhameti unuttuk… Geçim derdi, sahip olma hırsı vicdanları kör etti… Saygı nedir, yeni kuşağa öğretemedik.

Parayı, malı mülkü araç olmaktan çıkardık amaç haline getirdik… Gösterişi ayıplanacak şey olmaktan çıkardık… “Göz hakkını” unuttuk… Zenginliği gösteriş haline getirdik…  Farkında olmadan çevremize, ailemize, çocuklarımıza yabancılaştık.

Doğruyla yanlışı bir birine karıştırdık… Ne getireceğini bizden ne götüreceğini bilmediğimiz yenilik uğruna geçmişin değerlerini çöpe atma gafletinde bulunduk.

Geldiğimiz noktada imkânlarla ihtiyaçlar arasında sıkıştık kaldık… Yeni kuşak anneyi babayı bankamatik kartı gibi görmeye başladı… İçimizdeki bunaltının tüketmekle geçeceğini sandık… Maddi manevi ne varsa hepsini yedik, bitirdik… Ama ne çare tükettikçe daha da doyumsuz hale geldik.

Huzurumuz kaçtı… Birliğimizi kaybedince dirliğimizi de kaybettik… Gençlerimizi evde tutamadık… Bir serabın peşine düştük…

 Köyümüzü, mahallemizi terk ettik şehirlere akın ettik… Geride baykuş gibi kalanlar yurtlarında, terk edenler gittikleri yerde birer yabancı oldu… Sanki kendi öz yurdumuzda gurbetçi olduk.

Bu gerçeği Prof.Dr. Selim Uzunoğlu bir bayram sohbetinde “Allah Bayramı yalnızlaşan insanlar için gerekli kılmıştır”, diye ifade etmişti.

Velhasıl bayramları kaybetmekle kendimizi kaybettik…