Bugün 10 Muharrem 1430. Hazret-i Hüseyin Kerbela'da şehit edildi. Kendisiyle birlikte çocuklarından ve yakınlarından yetmiş kadarı şehadet şerbetini içti.

Mehmet Paksu'nun köşe yazısı

Büyük bir işkencelere, dayanılmaz bir zulme, feci bir âkıbete, ciğerleri yakıp kavuran bir acıya maruz kaldılar. Olayın dünyevi yönü böyle.

Ancak "Musibetzede mükâfat ister" prensibine göre, bu musibete uğrayan şehitler sonsuz bir Cennet saadeti kazandılar. Geçici ve çileli dünya saltanatı yerine, sonsuz bir ruh kavuştular. Maddi makamlar ve rütbelere bedel ruhen yükseldiler, şehitlik mertebesine ulaştılar.

Öyle ki, bu kadar uhrevî ve manevî kazancın yanında, çektikleri bu facia ve zulümler çok kolay ve ucuz düşmüştür denebilir. Onların ulaştığı bu mertebe, cephede şehit düşen bir erin durumuna benzer. Nasıl ki bir asker, savaşta bir saat işkence altında şehit edilse, öyle bir mertebeye ulaşır ki, on sene başkası çalışsa o mertebeye ancak yükselebilir. Eğer o asker şehit olduktan sonra ona sorulabilseydi, "Az bir şeyle çok şeyler kazandım" diyecekti.

Hazret-i Ali'den sonra halifelik Ehl-i Beytin hakkı olduğu halde onlarla devam etmemesinin sebebine gelince; her şeyden önce dünya saltanatının aldatıcıdır. Ehl-i Beyt ise, İslâm hakikatlerini ve Kur'ân hükümlerini korumakla görevliydiler.

Halifeliğe ve saltanata geçen bir kişi ise ya peygamber gibi mâsum ve günahsız olmalı, yahut başta Dört Halife olmak üzere Ömer bin Abdülaziz ve Abbasilerden Mehdi-i Abbâsî gibi çok üstün bir takvaya ulaşmış olmalı ki, dünya onu aldanmasın. Halbuki, Mısır'da Ehl-i Beyt adına kurulan Fâtimîler, Afrika'da hüküm süren Muvahhitler ve İran'da Safevîler idaresi, dünya saltanatının Ehl-i Beyte yaramadığını; asıl görevlerinin İslâma hizmeti olduğunu onlara unutturdu.

Bu açıdan Ehl-i Beyt, saltanatı terk edince, çok parlak ve yüksek bir şekilde İslâma ve Kur'ân'a hizmet ettiler. Meselâ, Hazret-i Hasan'ın neslinden gelen ve manevî âlemin birer sultanı olan kutublar, özellikle Seyyid Ahmed Rufâi, Seyyid Ahmed Bedevî, İbrahim Dessûki ve Abdülkadir-i Geylânî bütünüyle insanlığın manevi eğitimine çalıştılar.

Hazret-i Hüseyin'in neslinden gelen Zeynelâbidin ve Cafer-i Sâdık gibi imamların her biri birer mânevî mehdî hükmüne geçti, yeryüzündeki zulmü ve zulümatı dağıttılar. İnsanlığa ilim ve edep dersi verdiler. Dünyaya Kur'ân nurlarını ve iman hakikatlerini yaydılar. Böylece mübarek dedeleri Resulullah'ın (a.s.m.) gerçek bir mirasçısı olduklarını ispat ettiler.

"Ehl-i Beytin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnelerin hikmet ve rahmet yönü nedir? Onlar bu kadar kahra lâyık değillerdi." Nasıl ki, bahar mevsiminde şiddetli yağmurla birlikte çıkan fırtına sonucu tohumlar ve çekirdekler her tarafa yayılır. Her bir tohum kendi özelliğine göre çiçek açar, her çekirdek içindeki programa göre ağaç olmaya yüz tutar. Bunun gibi özellikle Ehl-i Beytin başına gelen bu fitneler, tohum ve çekirdek hükmündeki çok değişik ve farklı kabiliyetleri kamçıladı.

"İslâmiyet tehlikededir, yangın var!" diye herkesi korkuttu, onları İslâmı korumak için koşturdu. Böylece her biri, kendi kabiliyetine göre, İslâma hizmette bir görevi üstlendi, ciddi bir biçimde çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına koştu, bir kısmı İslâm ahkâmını derledi, bir kısmı iman hakikatlerini kalplere yerleştirme hizmetini gördü, bir kısmı da Kur'ân eğitimi verdi. Sonuçta çeşitli renklerde çiçekler açıldı.

Çok geniş olan İslâm âleminin her tarafına, o fırtına ile tohumlar saçıldı, yeryüzü gül bahçesine döndü. (15. ve 19. Mektublar'dan) Öyle inanıyor ve ümit ediyoruz ki, Filistin şehitlerinin ardından da çok yakın bir zamanda hürriyet ve bağımsızlık baharıyla birlikte İslam gülleri ve iman çiçekleri açacaktır. "Bir gün olur elbet doğar şems-i hakikat, Hiç böyle müebbet mi kalır zulmet-i âlem?"

Bugün