Biz büyük bir aileyiz.

Büyük bir aileyiz ama pek çok iyi özelliği ve sıcakkanlı gelenekleri olmasının yanında, aile içi kavgalarının eksik olmadığı bir aile… Bir ülke…

İzninizle şöyle bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirelim yılları.

1920 ve 30’lu yıllar… Yeni Türk Devletinin Birinci dünya savaşı ve Kurtuluş Savaşının yaralarını sarmaya çalıştığı yıllardır. Hastalık, yokluk, yetimlik, muhacirlik gibi zorluklarla mücadele edilen…

Bir yandan da yeni devletimizin yurdun dört bir yanında sistemini ve varlığını kabul ettirme çabaları… Karadeniz’de ve Batı’da Menemen Olayı dışında kayda değer bir sorun yoktur. Lakin Doğu ve Güney Doğu’da, çoğunlukla feodal toplum yapısından kaynaklanan, sömürü düzenlerinin varlığını korumaya çalışan ağaların, beylerin, aşiret reislerinin ve şeyhlerin çıkardığı isyanlar vardır.  Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları gibi…

Özelliklede Dersim isyanlarının bastırılması sırasında açılan derin yaralar… Ve hala günümüze kadar gelen yansımaları…

 Bir yandan bu millet dinini anlayarak yaşasın diye masum niyetlerle yapılan, Ezanın Türkçe okunması gibi uygulamalar…

Bu işler yapılırken işgüzar ve cahil yetkililerin zorbalıkları… Dindeki hurafeler ayıklanmaya çalışılırken, Kur’an-ı Kerim okuyanların bile tutuklanmaları gibi,  din konusunda uzman ve iyi niyetli olmayan bazı yetkililerin halka yaptığı zulümler…

1940’lı yıllar… Türkçülük davası… Tabutluklarda yatırılan Nihal Atsızlar,  Osman Yüksel Serdengeçtiler, Alparslan Türkeşler…

Aynı yıllarda ülkemizin değişik hapishanelerinde ömür çürüten, Nazım Hikmet,  Sabahattin Ali ve de Necip Fazıl… Sürgünden sürgüne bir ömrü hapishanelerde geçen, bugün mezarı bile belli olmayan Said Nursi…

Yine 1940’lı yıllar... Van’da otuz üç vatandaş kaçakçılık ve casusluk yaptıkları gerekçesiyle öldürülür…  Ahmet Arif ‘’Otuz üç kurşunlu yürek’’ şiirini söyler… 1993 yılına gelindiğinde ise Elazığ-Bingöl yolunda otuz üç askerimiz savunmasız ve silahsız oldukları halde kurşuna dizilerek şehit edilir…

1950’li yıllar… Demokrat Parti devri… Necip fazıl ve Nazım Hikmet yine hapishanededir…  Said Nursi’nin sürgünleri devam etmektedir… Önceki dönemlere türlü türlü beddualar okunarak ezan Arapça özgün haline döndürülmüştür…

Demokrat Parti - Halk Partisi kavgası, en ücra köylere kadar girerek neredeyse genlerimize işlemiştir…  Devamında da demokrasimizin başına bir balyoz gibi inen 1960 Askeri darbesi yapılmış, Yassı Ada’daki işkence günlerinden sonra, bağımlı ve ön yargılı mahkeme kararları ile Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idam edilmiştir…

1970’li yıllar… Sol -Sağ kavgaları… Onların uzantısı olan Alevi -Sünni çatışmaları…

1972 baharında Üç genç idam edilmiştir… Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan…  Kimilerine göre Adnan Mendereslerin intikamı alınmıştır.

1970’lerin sonu… Kardeş kavgalarının iyice yoğunlaştığı yıllar… Silahların patlamadığı, gençlerin ölmediği gün yoktur. Maraş ve Çorum olayları… Yakılan yıkılan evler, öldürülen insanlar…

12 Eylül 1980 Askeri darbesi… Bir sağdan bir soldan idam diye idam edilen gençler… Binlerce tutuklama, işkence ve ocağı söndürülen aileler…

1980’ler, 1990’lar, 2000’ler ve 2010’lar… Zamanın başbakanı tarafından ‘’Bir avuç eşkiya’’ diye dikkate alınmayan, sonra yavaş yavaş azıtan PKK terörü… Şehit olan binlerce vatan evladı asker, polis, kamu görevlisi… Canından, malından, çoluğundan çocuğundan ve memleketinden ayrı düşen  yöre insanı…

1990’lı yıllar… Türkiye’nin göbeğinde, Sivas şehrinin en merkezinde her kesin gözü önünde, bir anda değil yavaş yavaş, acı çektire çektire Madımak Oteli’nde otuz beş can diri diri yakılır…

Birkaç ay sonra ülkemizin başka bir yerinde Erzincan Başbağlar Köyü’nde otuz üç insanımız yakılarak ve kurşuna dizilerek öldürülür… Acaba Madımak’ın intikamı mıdır? diye sorular sorulur…

Yine 1990’lı yıllar. 28 Şubat süreci... İrtica gerekçesiyle ordudan atılan subaylar, üniversitelerden işlerine son verilen öğretim üyeleri, başörtüsü yüzünden görevlerinden istifa etmek zoruna kalan öğretmenler, hemşireler, doktorlar ve üniversite kapılarından içeri alınmayan gözü yaşlı başörtülü kızlar… İkna odaları…

Dönemin başbakanı tarafından Meclisten azarlanarak kovulan başörtülü milletvekili…

2000’li yıllar… Rüzgâr tersine mi döndürülmüştür. Henüz kanıtlanmamış gerekçelerle ordudan atılan subaylar… Terör örgütü lideri sıfatıyla dört duvar arasına tıkılan Genel Kurmay Başkanı ve komutanlar vardır…

2010’lu yıllar değişik ve tuhaf bir kavga… Adını coğrafyada dünyayı yatay bir şekilde 180 parçaya böldüğü kabul edilen çizgilerden alan kavga…

Bütün bu yıllar içinde belki de yüzlerce yıldır, günümüz söylemiyle ötekileştirmeler… Çingene, Abdal, Roman, Kürt ve Alevi diye…  Daha doğarken boynumuza asılmış, alnımıza yazılmış küçültmeler, dışlanmalar, toplum içine çıkamamalar, ben buyum diyememeler…

Evet … Ne yazık ki böyledir… Her ne kadar bu işlerde İsrail’in, ABD’nin, İngilizlerin, Kontrgerillanın, derin devletin, faşistlerin, komünistlerin, paralellerin, meridyenlerin bilcümle bilinen bilinmeyen bütün karanlık güçlerin parmağı vardır dense de;

Görünen kısmı ile bizden bize açılan yaralardır… Hala tüm yoğunluğu ile uygulanan “Bu bizden, bu bizden değil zihniyeti’’dir.

Şimdi söyleyin bakalım, bütün bunlar yaşanmış ve yaşanıyorken, uzay, elektronik, iletişim, otomotiv ve ilaç sanayisi gibi sektörlerde söz sahibi olmak, iç kavgalarını yüzlerce yıl önce bitirmiş ABD, Almanya, İngiltere ve Japonya gibi devletlere mi ait olur?  Yoksa bize mi?

Hey be gözünü sevdiğimin sevdası da yarası da derin,  bahtı kara yazılmış halkımın,  siz yıllardır önünden gidenleri..!

Halbuki bu devlet, bu vatan hepimizin değil midir? Bu toprak, bu gökyüzü, bu soluduğumuz hava… Bu cennet bu cehennem… Hepimizin değil midir o inandığımız Allah… Bu yaşam mucizesi ve o ölüm gerçeği…

Neyse… Hayırlısı olsun diyelim. Sürçülisan ettiysek af ola…

Sağlıcakla kalın…