1980’li yılarda çocukluğumun Germencik’inde, İstasyon binasının deposunun yanındaki boş alanda, yatak yorgan denkleri, elbise çuvalları, tahta beşikleri, piknik tüpleri, hamur tekneleri, oklavaları ve de üzerlerinde allı morlu yeşilli kıyafetleri ile yöre insanından farklı oldukları her hallerinden belli olan aileler olurdu.

Bu aileler Ağustos ayının ilk haftalarında Denizli, Konya ve Afyon’dan incir toplamak için gelmiş Kantarcı diye tabir edilen incir işçilerinden başkası değildi.

Trenle gelenler İstasyon kenarında, otobüs veya kamyonla gelenler ise top sahasının yanındaki boş arazide toplaşırlardı.

Babaları incir bahçesi sahipleriyle görüşüp anlaşmaya gittiklerinde, bebekler kah uyuyup kah ağlarlar, çocuklar çuvalların üstünde altında oyunlar oynarlar, anneler ve kızlar da hemen oracıkta kuruverecekleri sofralar için yemek yapma telaşına düşerlerdi.

Kimi birkaç saat, kimi üç-beş gün süren bu beklemelerden sonra kendilerini almaya gelen bahçe sahiplerinin traktörlerinin römorkunda yaklaşık bir buçuk ay sürecek işlerine dağılırlardı.

Bu mevsimlik kantarcı denilen aileler eğer uygunsa bahçe sahibinin bahçe evinde, değilse etrafını kargılardan çevirdikleri ve üstü yine kargılarla örtülmüş kulübeciklerinde, gaz lambalarının öyle romantik olmayan loş ışığında çoluk çocuk kalırlardı.

Eylül sonu gelip incir toplama sezonu bittiğinde kazanmış oldukları paralarıyla beraber, bahçe sahibinin hediye ettiği kuru incir, zeytin yağı ve elbiselik kumaş gibi hediyelerini de alarak, kendilerine köy yerinde bir kış yetebilecek para ve erzaklarının sevinci ile memleketlerine dönerlerdi.

Aynı döngü pamuk ve nispeten zeytin için de vardı. Makineleşmenin az olduğu 1960, 70 ve 80’yılların ortalarına kadar Aydın coğrafyasında birbirini takip eden zamanlarda yılın dokuz-on ayı tarım işi ve işçileri olurdu.

Bu böyle devam ederken mevsimlik işçi ailelerinin bir kısmı “Zaten memlekette karnımız doymuyor, her sene git gel nereye kadar. Burada dağlarından yağ, ovalarından bal akan Aydın’da iş mi biter. İncir biter, zeytin, zeytin biter pamuk başlar”…diyerek mevsimlik göçlerini kesin göçe dönüştürürlerdi.

Çoğunlukla bu şekilde Aydın ve ilçelerine Denizli, Konya ve Afyon başta olmak üzere çevre illerden 1980’in sonlarına kadar yoğun bir şekilde göç yapıldı.

1980’in ortalarından itibaren ise özellikle Denizli ve Konya’nın bir nevi Sanayii Devrimlerini gerçekleştirmeleriyle beraber bu göçler büyük oranda kesildi.

Bundan sonra Aydın ve yol üstündeki ilçeleri Doğu ve Güney Doğu Bölgesinden göç almaya başladı. Bu göçlerdeki nedenlerden biri de ortaya çıkan tarım işçisi ihtiyacıydı.

1990’larda Doğu ve Güney Doğudaki terör olaylarının artmasıyla birlikte bu göçler daha bir yoğunluk kazandı…

***

Göçler oluş şekline göre değişmekle birlikte (ekonomik, sosyal,eğitim, sağlık ve savaş) insan ve toplum hayatının en trajik olaylarının başında gelir.

Bu yüzdendir bir göç, mahrum edilmeyi, dışlanmayı, yalnızlığı, garipliği, burnunda tütmeleri ve güvensizliği içinde barındırır.

Sonra tabii ki şehirlerin kenarlarında gecekondu mahalleleri oluşur. Ne bir şehir, ne bir kasaba, ne de bir köy… Hiç birine benzemeyen bir kültür. Sonra sıkıntılar… Sancılar…Bazen bastırılan. Bazen de ufak bir kıvılcımla alevleniveren…

Evet böyledir…Bu göçlerin hiç biri normal ve sıradan olaylar değildir. Etkileri en az iki kuşak devam eden kişisel ve toplumsal tramvalardır. Göçler, göçmen ve yerli her ikisi için de zordur. Öylesine kendi haline bırakılabilecek bir olay ve devamında ortaya çıkabilecek basit bir olgu değildir.

Göç eden bir kişi veya bir aile ya içine kapanık çekingen ve tedirgindir, ya da yırtık, öfkeli ve saldırgan. Her durumda kendisi değildir yani. Kendi memleketindeki davranış rengi ya iyice açılmış, ya da iyice koyulaşmıştır.

Bu davranış değişikliği yerli insanlarımızın onlara karşı olan tutum ve davranışlarına göre de olumlu ve olumsuz anlamda gelişme gösterir.

Hal böyle iken güzel yurdumuzda çok şeyin geçiştirildiği ve görmezden gelindiği gibi bu göç olgusu da onlarca yıldır böyle kendi haline bırakılıvermiştir.

Oysa göçlere yabancı olmayan bir tarih ve coğrafyaya sahibiz. Öncelerini saymazsak son iki yüz yıldır, Balkanlar, Kafkasya ve Kırım başta olmak üzere o kadar çok göç almış ve göç olayı ile karşılaşmışız ki…

Şimdiye çoktan, göçlerin nedenleri ve sonuçları üzerinden bu süreçlerin nasıl sancısız geçirileceğine dair uygulanabilir plan ve programlarımız ve etkin birimlerimiz olması gerekirdi.

Ama maalesef…

Şimdi bir de buna bir buçuk-iki milyon Suriye’liyi de eklediğimizde…Ne diyelim. Allah hepimizin yardımcısı olsun.

Sağlıcakla kalın…

 

Sosyal medyada bu konuyla ilgili düşüncelerinizi #aydınbunukonuşuyor etiketiyle paylaşın, yayınlayalım! 

facebook.png twitter.png

appstoreee.jpg     googleplay.jpg