Aslı Aydıntaşbaş/Milliyet

İşte o protokoller ve özür


İsrail son dakikada caymasaydı, Türk-İsrail ilişkileri bu ay “Normalleşme” ve “Tazminat” başlıklı iki yazılı protokolle yeniden rayına oturacaktı.

İki ülke arasında 9 aydır devam eden gizli müzakerelerde özür ise “İsrail 9 kişinin ölümüne yol açan operasyonel hatalardan dolayı Türk halkından özür dilemektedir” diye “Normalleşme” protokolü altında formüle edildi.

Ancak geçen hafta Ankara’ya mesaj yollayan İsrail Başbakanı Netanyahu “İsrail halkı %78 özüre karşı. Raporu erteleyelim, bana 6 ay verin” dedi.

Türkiye’nin geçen hafta açıkladığı İsrail’e yönelik yaptırım kararları öncesinde iki ülkeden diplomatların ilişkilerin normalleşmesi için tam 9 ay boyunca yürüttükleri gizli müzakerelerin detayları yavaş yavaş ortaya çıkıyor.

Buna göre İsrail’in kıyısına kadar gelip son dakikada hükümet içinde uzlaşı sağlanamayınca vazgeçtiği o meşhur özrün, Dışişleri ya da Başbakanlık tarafından yapılacak tek cümlelik bir açıklama değil, iki ülke arasında “devletlerarası anlaşma” niteliği taşıyan bir protokol olduğu ortaya çıktı.

Milliyet’in Ankara’da üst düzey diplomat ve hükümet kaynaklarından edindiği bilgilere göre, ikili ilişkilerin normalleşmesi amacıyla 5 Aralık 2010’da Cenevre’de başlayan gizli müzakereler çerçevesinde yaz başında New York’ta “Tazminat” ve “Normalleşme” başlıklarıyla “devletlerarası anlaşma” niteliği taşıyan iki mutabakat şekillendi. Kısa metinlerden oluşan bu anlaşmalar, özür karşılığı askeri ve ekonomik işbirliğinin, Mavi Marmara’da ölenlerin ailelerine tazminat karşılığında ise İsrail askerlerine dava açılmaması prensibi üzerine kuruluydu.

Türkiye’nin beklediği özür, “Normalleşme” başlıklı anlaşmanın kilit cümlesi olarak başlangıç bölümünde yer alıyordu: “İsrail 9 kişinin ölümüne yol açan operasyonel hatalardan dolayı Türk halkından özür dilemektedir .”

Ancak İsrailli diplomatların İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile koordinasyon içinde onayladığı bu özür formülü, İsrail Başbakanı’nın son anda kendi hükümetini ikna edememesi nedeniyle bir türlü gündeme gelemedi.
Böylece Cenevre, New York ve daha sonra İnternet üzerinden gerçekleşen müzakereler, sonuçsuz kaldı; BM raporunun aniden açıklanmasıyla protokoller rafa kalktı.
İşte İsrail ve Ankara arasındaki gizli diplomasinin kronolojisi:

- İki ülke arasında ilişkilerin normalleşmesi için ilk zemin arayışı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve İsrail Ticaret Bakanı Binyamin Ben-Eliezer arasındaki Haziran 2010’da Brüksel’deki gizli görüşmeydi.

- Ancak müzakere aşamasına geçen Aralık ayında İsrail’deki orman yangını sırasında geçildi. Türkiye’nin yangın söndürme uçağı göndermesi İsrail kamuoyunda olumlu rüzgar estirdi.İsrail “Kamuoyu artık özre hazır” diye müzakere çağrısında bulununca Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu 5 Aralık 2010’da Cenevre’de İsrail’in BM temsilcisi Yosef Ciechanover ile br araya geldi. İsrail burada söz konusu özrün bir açıklama değil diğer normalleşme adımlarını da içeren bir yazılı mutabakat olmasını istedi. Türkiye kabul etti.

-Kış aylarında dolaylı ve telefonla yapılan müzakerelerde özür ve mutabakat metinleri şekillenmeye başladı. Suriye ve Libya konusunda Türkiye ile yakın temas halinde olan ABD de İsrail üzerindeki “özür dile” telkinlerini arttırdı.

- Bu arada Ankara, Washington’un da talepleri doğrultusunda Mavi Marmara’nın ikinci seferini engelledi.

- 6-8 Temmuz’da yine Feridun Sinirlioğlu başkanlığında bir heyet İsrail Başbakan Yardımcısı Moshe Yaalon ile New York’da buluşarak BM panelinin gidişatı ve protokolleri görüştü. Netanyahu, özür metnini kabul edebileceği sinyalini verdi.

- Ankara üzerine varılan özür formülüyle ilgili ABD tarafını da bilgilendirdi.

- Ancak New York’da üzerinde anlaşılan özür metni, daha sonra İsrail’deki kabine toplantısında iki bakanın itirazı üzerine kabul görmedi. İtiraz eden Dışişleri bakanı Lieberman ve Başbakan Yardımcısı Moshe Yaalon oldu.
- Ağustos ayında iki ülke arasında email üzerinden temaslar oldu.

- Geçen hafta Netanyahu Ankara’ya mesaj göndererek “Orman yangınları sırasında kamuoyundaki fırsat penceresi şu anda yok. Kamuoyu %78 özre karşı. BM raporunu 6 ay erteleyelim” dedi. Ankara öneriyi kabul etmedi.

-Geçen perşembe Paris’te Davutoğlu ile görüşen Hillary Clinton, İsrail’i ikna için BM raporunun Eylül sonuna kadar ertelenmesini teklif etti. Türkiye’nin evet demesine karşın BM raporu aynı gün içinde New York Times’a sızdı ve böylece eldeki protokoller kadük oldu.

DOĞU AKDENİZ’DE DEVRİYE VE FİRKATEYN

Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerindeki tarihi kırılma noktasıyla ilgili açıkladığı pakette en dikkat çeken madde, “Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestisi için önlemler” diye tanımlanan ancak kamuoyuna bir türlü açıklanmayan maddelerdi.

Bu cümle ister istemez “İsrail’le savaşa mı gidiyoruz?” tartışmasını da beraberinde getirdi. En basitinden bundan sonra Gazze’ye giden yardım filolarına Türk savaş gemilerinin eşlik edebileceği yorumuna yol açtı.

Ankara aslında diplomaside “stratejik belirsizlik” diye bilinen konsept çerçevesinde bu maddenin içeriğini fazlaca detaylandırmak niyetinde değil. Yetkililer çıkıp neler yapılacağını açıklamayacak. Önlemlerin “muallak“ kalmasının İsrail üzerinde daha caydırıcı bir etkisi olduğunu düşünüyor.
Ancak belli ki Ankara açısından Doğu Akdeniz’de ne olduğu, tazminat kadar, özür kadar önemli.

Dün görüştüğüm diplomatlardan edindiğim izlenim, Türk-İsrail geriliminin altında Mavi Marmara’da olanlar kadar, Doğu Akdeniz’de hakimiyet kavgası yattığı yolunda. Görüştüğüm karar verici pozisyondaki üst düzey isimlerden biri şunları söyledi: “Mesele ablukadan ziyade bu raporun İsrail’e bütün Akdeniz’de hükümranlık hakkı tanıması. Bizim açımızdan en önemli şey, saldırının Doğu Akdeniz’in ortalarında ve bizim için de stratejik olan bir yerde yapılmış olması. Bu, Doğu Akdeniz’de İsrail’i astığı atık, kestiği kestik duruma getiriyor. Bunun kabul edilmesi mümkün değil. Akdeniz’de seyrüsefer serbestisi İsrail’in keyfine bırakılamaz. İsrail Doğu Akdeniz’de asarım, keserim diye dolaşamaz. Bunu yapmadığı takdirde çatışmak içi bir sebep yok.”

Peki Türkiye Doğu Akdeniz’de kendi hükümranlığını tesis etmek için ne yapacak? İsrail’in “Asarım, keserim” tavrına karşı çıkmak için gerçekten bölgeye savaş gemileri mi gidecek? Uluslararası sularda İsrail’in dolaşması mı engellenecek? Yoksa bütün bunlar kavgada “Tutmayın beni, kırıcam bu adamın ağzını burnunu” diye bağırıp aslında içten içe etraftakilerin devreye girip kavgayı ayırmasını bekleyen birinin tavrı mı?

Gerçek şu ki Ankara şimdiden “Doğu Akdeniz” diye tanımladığı uluslararası sularda varlığını arttırmak için bir çalışma balattı. Deniz Kuvvetleri ve diplomatlar arasında görüşmeler sonrası şekillenecek bu yeni politika, Türk donanmasının Doğu Akdeniz’de daha fazla devriye gezmesini, daha “görünür” olmasını içeriyor.

Halen Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de sadece bir fırkateyni var. Hükümet bu rakamın az olduğunu düşünüyor ve bu sayının hızla 3 ya da 4’e çıkarılması tasarlanıyor. (Türk donanmasındaki kıdemli amirallerin bir bölümünün Balyoz ve benzeri davalar çerçevesinde hapiste olmasına karşın fırkateynlerin devriye gezmesinin önünde bir engel yok.)

Doğu Akdeniz’de “görünür“ olma politikası, Ankara’nın FIR hattı sorunu yaşadığı Yunanistan’a karşı hava sahasında uyguladığı politikadan çok farklı değil. Ege hava sahasında Yunanistan’ın “Bana ait” dediği ancak Türkiye’nin bu hükümranlığı kabul etmediği bir bölge var. Türk uçakları “Ege’de biz de varız” diyebilmek için hava sahasında bu tartışmalı alanda sık sık devriye geziyor, zaman zaman “dogfight” denilen it dalaşına girmekten de çekinmiyor. Benzer bir şekilde bir Türk gemisinin İsrail donanmasına ait bir gemiyle karşı karşıya gelmesi durumunda hemen uzaklaşmak yerine 100 metreye kadar yaklaşıp orada durabileceği belirtiliyor.

Anti-Semitizm Uyarısı

Bayramda Hürriyet gazetesinin manşetinde “İsrail lobisine yakınlığıyla bilinen New York Times” ifadesini görünce, “Eyvah” dedim “Yeni bir dönem başlıyor.” Bu, tanıdık bir dil. İran gibi, Suriye gibi her taşın altında Yahudi ya da “Yahudi komplosu” görmeye başlarsak, vay halimize!

New York Times dünyanın en etkili gazetelerinden biri. Her hafta tüm dünyaya haber atlatır. Her ırktan insan çalışır. Gazetenin öneminden olacak, New York’dan geçen Türk dışişleri bakanları, başbakan ya da cumhurbaşkanları programları elverdiği ölçüde bu gazetenin yayın kurulu toplantılarına katılmaya çalışır. Wikileaks’den Abu Ghraib’deki işkencelere kadar kah Amerikan hükümetini memnun eden, kah kızdıran bir çok önemli habere imza atmıştır. Mevcut İsrail hükümetini de sık sık eleştiren yazarları vardır.
Haberi yazan Cansu Çamlıbel’i iyi tanıyorum; bu dili kullanmayacak kadar başarılı ve sofistike bir gazetecidir. Hürriyet yazıişlerinin de örtülü anti-semitizm konusunda duyarlı olduğunu biliyorum. Haliyle bu düşünce mantığı, Cansu’yla konuşan yetkililere ait olmalı. BM’nin Mavi Marmara panelinin gazetede yayınlanmasına kızan Türk diplomatları, bunun arkasında bir Yahudi komplosu görüyor belli ki.

Aman dikkat edelim. İsrail’le gergin bir dönemde anti-Semitizm’e özellikle hassas olmalıyız. Sadece Hürriyet değil başka gazetelerde de benzer yaklaşımlar var. Dünyayı böyle algılamaya, hoşumuza gitmeyen her gelişmenin arkasında Yahudi parmağı görmeye başlarsak, gerçekle bağlantımız kalmaz!