Osman Alagöz'ün röportajı
 
Hüdayi Can, edebiyatın hemen her türünde kalem oynatmış bir gönül ve kalem erbabı. Şairliği var, hikâye ve romanlar yazdı. Gurbeti, hicreti yaşadı. Uzun yıllar Türkmenistan’da öğretmenlik yaptı. Türkmen yazarlarından çok kıymetli çevirilere imza attı. Şimdilerde Anadolu’nun mütevazı bir kasabasında toprağın sesiyle büyümüş çocukları yarına taşımanın uğraşında. Bir yandan da içini günlüğüne döküyor. Tatarlı Günlüğü. Son romanından hareketle kendisiyle konuştuk. Oksuz Kirpi.
 
Bir boşluğu dolduracak içeriğe sahip bir roman. Gençlerimizi, özellikle de lise çağındaki kızlarımızı anlamada, ufuk açıcı yaklaşımlar var. Kendi zamanımızdan çıkıp onların zamanlarına, onların sırça saraylarına uzanıyoruz. Aynı vakitte yaşasak da, aynı dili konuşamıyoruz gençlerimizle.
 
Hüdayi Can buna dikkat çekmiş. Aile, evlat, okul, öğretmen, imtihan, arkadaş, sevmek, sevilmeyi beklemek, gurbet… Uzayıp giden onlarca kavram. İyiliğin, iyi olmanın yoluna ışıklar tutulmuş. Gözü yormayan ışıklar bunlar. Her şey tabiî seyri içinde gelişiyor. Ve okuyup bitirdiğinizde bir kere de siz yaşıyorsunuz yazılanları yeni baştan. Daha fazlasını arzu ettiğimiz için, yazarın eseri oturttuğu zemini sorularımızla biraz daha deşmeye çalıştık.
 
> Kitabın ismi dikkat çekici. Oksuz Kirpi. Nereden doğdu bu isim? Neler düşünerek bu ismi seçtiniz? Sümeyra Öğretmen’in mail adresi bağlamında Oksuz Kirpi ismini vermişsiniz. Romanda daha öne çıkan kişi, Özge. Karakterlerinizin genel yapısına daha mı uygun buldunuz?
 
> Oksuz Kirpi’nin Sümeyra’nın mail adresi olmasının da ayrı hikâyesi var. Ama asıl önemli hikâye, Sümeyra’nın çöldeki çobandan dinlediği kirpiye dönüşen koyunun hikâyesi. Sonra bu kirpiye dönüşen koyunla muhatap olduğu gençleri özdeşleştiriyor. Dolayısıyla adres ve isim Sümeyra’nın olsa da aslında ‘oksuz kirpi’yle tanımlanan tip, Özge’nin nesli. Aile baskısı, okul baskısı, sınav baskısı derken köşeye sıkışmışlar ve bir çeşit savunma duygusuyla bir yandan kendi içlerine kapanırken bir yandan da topluma karşı bütün silahlarını, yani oklarını çıkarmışlar. Ama bu oklar da aslında sanal. Gerçek okları yok, sadece rahatsız edici ve aşılması güç bir içlerine büzüşmüşlükleri var belki. Belki de bir bakıma iki kahramanın da ‘oksuz kirpi’ olduğu söylenebilir.
 
> Kahramanların dikkat çeken bir özelliği var. Günlük yazmaları. Müstear Yaşamakta ise mektuplar vardı. Bir de sizi çok yakından takip eden biri olarak söyleyeyim, Tatarlı Günlüğü. Kendinizi/eserinizi böyle daha mı rahat ifade ettiğinizi düşünüyorsunuz?
 
> Sanırım evet. Mektup ve günlük çocukluğumdan beri alışkın olduğum türler. Özellikle mektup. Bizim ailede mutlaka üç beş kişi dışarıda okuyor olurdu ve hem köyde kalanlarla hem dışarıdakilerle tek iletişim aracı mektuptu. Sanırım ilk mektubumu, yazmayı öğrendiğim zaman yazmışımdır. İlkokuldan da önce. Ağabeylerime, amcama yazmışımdır. Ara sıra köyde eski kâğıtları karıştırırken ilkokulda, ortaokulda yazdığımız mektuplara rastladığımız oluyor. Ortaokuldan itibaren hem köydekilere, hem dışarıda olan diğer aile üyelerine yazmaya başlardık. O zamanlardan kalan günlüğüm yok. Bir iki defa başlayıp bıraktığımı hatırlıyorum o kadar. Ama neredeyse on yıldır çok düzenli olmasa da günlük yazıyorum. Bazen birkaç ay kesintiye uğruyor, sonra tekrar başlıyorum. Günlük ve mektupla daha rahat ifade ediyorum kendimi. Teknik olarak da ele aldığım muhtevaya daha uygun düştüğünü sanıyorum. ‘Ben’ anlatıcı kahramanların iç dünyalarını anlatmada daha başarılı oluyor malum. Zaten kahramanlarım da çok hareketli, adrenalin yükselten tipler değil. ‘İç’in anlatımı daha önemli dolayısıyla.
 
> Sümeyra Öğretmen’in, Özge’nin günlükler üzerinden iç dünyalarına vâkıf oluyoruz. Genel olarak sorayım; Günlüğün bir sınırı var mı? Nerede başlayıp nerede bitmeli? Allah’ın Settar [setreden, örten] ismini nerede, nasıl dikkate almalıyız? Batı’nın edebiyat algısında gerçeğin tüm çıplaklığıyla öne çıkması var. Stefan Zweig, ‘Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar’da gerçeğin bütün yönleriyle yazıldığı günlükleri daha kıymetli bulduğunu söylüyor. Her gerçek yazılmalı mı? Bu noktada duruş ne olmalı?
 
> Her gerçek yazılmaz sanırım. Bizim birçok kırmızı çizgilerimiz var. Bazen ima ile geçmek daha doğru olur. Bazen yazıp saklamak tercih edilebilir. Bir ara kendi günlüğümde öyle bir hâlet-i ruhiyeye düştüğümü hatırlıyorum. Onu anlatsan oraya değecek, ondan bahsetsen zülf-i yâre dokunacak günlük ya ottan çöpten, hava durumundan bahsetmeye başlıyor ya da iyice muğlâklaşıyor, soyut iç dökmeler hâlini alıyor. Bilemiyorum, sanırım günlüğe de teslim edemeyeceği çok şeyi var insanın. Bir de ister istemez her yazı, her anlatma bir ayıklama, bir seçmedir zaten.
 
Bazı tasavvufî göndermeler var. Mesela günlükle kuyu arasında bir bağlantı kurulmuş. Ortak payda “sır.” Kuyu aldığını herkese vermez, anlayana verir. Günlükler ise her okuyana kendini mecburen verir.
 
İşte, günlüklere sırrımızı nasıl ve ne ölçüde verdiğimizle ilgili bu. Özge günlüğünü yayınlamak için yazmıyor mesela. Derdini döküyor, sonra yakmayı düşünüyor. Yakamayınca arkadaşına emanet ediyor, o da bir tahta bavula. Günlüğü Özge’nin sırdaşı. Ben ise günlüğümü yayınlıyorum. Benim günlük sırdaş olmuyor dolayısıyla, sırfâş oluyor. Özge “Sevgili Sırdaş” diyor günlüğüne, ben “Sevgili Sırfâş” diyorum. Kuyu da bir şekilde Midas’ın sırrını fâş ediyor aslında, kamışları vasıtasıyla. Kamış deyince, kuyu deyince tabii çağrışıma açık, alt yapısı olanı bir yerlere götürür…
 
> Yurtdışında üniversite okumuş Sümeyra Öğretmen’in, “Ne olmuş bu gençler böyle? Tanımlamakta güçlük çektim. Hatta belki inanmayacaksınız, başta dillerine bile aşina olmadığımı fark ettim.” sözleriyle gençliğin durumuna dikkat çekilmiş. Siz bir öğretmen olarak şu anki gençliği nasıl görüyorsunuz? Gençler, sizin beklentilerinizin neresinde?
 
> Beklentim yok aslında; ama tanımakta güçlük çektiğim çok oluyor. Dillerini bile anlayamıyorum bazen. Bazen kendimi kötü hissediyorum bunun için. Bir ortak dil bulamadım, dahası oluşturamadım diye kendime kızıyorum. Hermann Hesse’nin Boncuk Oyunu’nu çok sevmiştim. Romanın sonunda bütün o karmaşık sanat ve felsefe çalışmalarını bir yana bırakıp öğretmenliğe soyunuyordu kahraman. Onu düşünüyorum. Doğrusu nedir, bize düşen nedir kafam çok karışık bu konularda. Konuşmak kolay ama uygulamada yenir yutulur şeyler olmuyor. “Ya Delile’l-mütehayyirîn” diyorum ben de. 
 
> Ülkemizde bir imtihan gerçeği var. Adı her ne olursa olsun. ÜSS, ÖSS, YGS, LYS. Gençler bu imtihanları gerçekten kazanıyorlar mı (!) yoksa kazanırken kayıp mı ediyorlar?
 
> Toptan kayıp söz konusu değildir inşallah; ama bazı şeyleri kaybettikleri kesin. Ayrıntıyı kaçırıyorlar. Test çözeceğim derken birden fazla doğru olabileceğini, hayatın çoktan seçmeli sınavında belki sonsuz seçenek olduğunu ıskalıyorlar bazen. Mesela ben on ikilere edebiyat anlatırken çok zorlanırım. Bir şairden bahsedersin, bu adam iyi mi, kötü mü diye sorarlar. Israr ederler. İnsanlar toptan iyi veya kötü diye tanımlanamaz. Bir sorunun tek cevabı olmaz. Bunu anlatamazsın bir türlü. Bütün bunlarda hazırlandıkları sınavların da etkisi olduğunu düşünüyorum. Bir de her şeyi tüketilecek ürün olarak görmeleri var tabi. Sadece sınav da değil problem. Çok hızlı yaşamak, tüketim toplumu olmak vs… Uzayıp gidiyor.
 
> Roman kahramanımız Özge, günlüğüne şöyle yazıyor. “Kaçıp kurtulmak istiyorum buralardan.” Üniversiteyi kaçılan/ kazanılan bir yer görüyor. Gençlik neyden kaçıyor, niçin kaçıyor/ kazanıyor?
 
> Lisede yaşadığı bütün sıkıntıdan, değişik kaynaklardan gelen baskılardan kurtulacakları bir yer olarak görüyorlar üniversiteyi. En azından çevreleri değişecek, muhtemelen başka bir şehirde yaşayacaklar. Bu değişikliklerin mutsuzluklarını da değiştireceğini zannediyorlar. Gitmeye odaklanıyor insan çoğu zaman, yine çoğu zaman giderken kendini, kendi dünyasını da birlikte götürdüğünü göz ardı edebiliyor. Gençlik formadan, okulun kurallarından, yasaklardan, sınırlardan da kaçıyor. Bu kaçışın uçurumda bitmesi tehlikesi de var ama bilmiyorlar. Ben bu yaşımda yeni yeni öğreniyorum insan nereye gitse kendiyle gittiğini, o yaşta nasıl bilecekler ki…
 
> Oksuz Kirpi’de romanın başından sonuna kadar sürüp giden bir ‘aşk’ ikilemi var. Sevgi, aşk, helâl, haram, günah. Bir genç için sevmek günah mı? İlgi duymakla aşk niye karıştırılır? Hangi arayışın ürünü bu aşk? Modern çağın Leylaları, Mecnunları olur mu? Leyla, Mecnun nasıl olunur? 
 
> Bunlar zor sorular hocam. Beni aşıyor. İkilem var ama... Bir taraftan dünya çağırıyor, nefis istiyor; bir yandan az buçuk çocukluktan beri alınan bir kalp terbiyesi var. Haram helâl, doğru yanlış verilmeye çalışılmış. İnsanın içinde bir çatışma oluyor her hâlükârda. Özge’nin aşkı platonik. Gencin büyük ihtimalle haberi bile yok. Haberi varsa da boyutunu bilmiyor. O da bir çeşit kaçış arzusu Özge için. Kendisini mutsuz eden çevresinden o, sevgisine sığınarak kurtulmayı düşünüyor. Zaten üniversiteye gittikten sonra muhtemelen o duygusu da yavaş yavaş sönmüş. Nasıl Leyla, Mecnun vs… olunur sorusuna gelince, ne bu çağda ne eskiden, aşkın olunacak bir şey olduğunu sanmıyorum. Aşk, düşülen bir şey belki. Âşık olmanın İngilizcesi de aşka düşmek şeklindeymiş. Bu olur mu olmaz mı; olursa nasıl olur, onu da bilmiyorum doğrusu. Benim bu konudaki tutumum kitaptaki Cumali Öğretmen’in tutumu gibi, o da emin değil. Bir şeyler düşünüyor kendince ama emin olamıyor.
 
> Bir yazar öyle diyordu, “Başkalarının mutluluğu, biraz da bizim mutsuzluğumuz demektir.” Paylaşmak olmayınca tabii. Özge’nin içinde bir dalgalanma vesilesi bunlar. Mutlu aileler, gülen yüzler, şatafatlı hayatlar, albenili diziler farkında olmadan bizi kıskançlığa, özenmeye, hâsılı mutsuzluğa mı itiyor?
 
Aynen öyle, aslında belki o arkadaşları da Özge’ye aynı gözle bakıyordur. Dışarıdan o da arkadaşları gibi görünüyor çünkü. Onların da aslında bir sürü problemi var, oysa Özge bunu bilemez ki. Hani derler ya, bir kazan kaynıyor ama içinde et mi var, dert mi var bilinmez. Öyle bir hâl. Geçenlerde arkadaşlarla konuşurken aklıma geldi. Bize verilenlerin tümüne bakarak şükretmemiz lâzım. Dikkatle düşünsek, totalde çok iyi durumda olduğumuzu fark edeceğiz. Bir arkadaş, mesela filanca yazar gibi yazmak istiyor. Ona dedim ki, onun hayatı, inançları, ailesi vs. ile toplam düşünsen onun kalemi karşısında bütün bunları değiştirmek ister miydin? Çok rahat evet diyemedi. Özge’nin kıskançlığı, özentisi meselesine gelirsek, burada da iletişimsizlik var merkezde, dışarıdan o kadar parlak görüp özendiği arkadaşlarıyla bu problemlerini paylaşsalar belki biraz rahatlayacaklar. Dertlerini paylaşmıyorlar işte, ne birbiriyle, ne öğretmenleriyle. Kendi kendilerine büyütüyorlar durmadan.
 
> Peyami Safa, Tanpınar öyle ya da böyle romanlarının içinde bazen özne, bazen kıyıda köşede bir roman kahramanı olarak varlar. Siz Hüdayi Can olarak Oksuz Kirpi’de ne kadar varsınız? Mesela Cumali Öğretmen siz misiniz? Siz de bir edebiyat öğretmenisiniz. Ortak yönleriniz var.
 
> Yok, ben Cumali Öğretmen değilim. Ama bazı yönleri bana benziyor sanırım. Ben ille de romanın bir yerinde aranacaksam biraz Cumali, biraz da Sümeyra Öğretmen’e benziyorum.
 
> Eserde dikkat çeken özelliklerden biri de, gençlerin dilini keşfetmeniz. O dili gayet güzel kullanmışsınız. Mesajlarda kullanılan kısaltmalar gibi mesela. AEO bi’tanem, SÇS, inş, 7 hfta (49 g)... Zannediyorum genç okurlar, özellikle de lise çağındaki kız öğrenciler kendilerinden çok şey bulacak yazılanlarda.
 
Bu konuda biraz çalıştım. Yine de tam başarılı olduğum söylenemez. Zaten tamamen o dille yazmak da değildi maksadım, o dili biraz hissettirmekti. Öğrencilerimin yazılı kâğıtlarından, ödevlerinden faydalandım. Kendi çapımda anketler yaptım. Hatıra defterlerini gösteren öğrencilerim oldu. Öğretmen arkadaşlardan da yardım aldım. Yazdıklarım daha gerçekçi bir zemine otursun istedim. Başta planladığım metni yazdıkça bazı öğrencilere, öğretmenlere gösterdim, onların da katkıları oldu. Ricamı kırmayıp yardım eden dostlarımın bazılarını kitabın başında zikrettim. Adını anmadıklarıma da teşekkür ediyorum. Listeyi çok uzatmak istemedim. 
 
> Öğrencilerin ‘vampir serilerine kendilerini kaptırdıklarına’ değinmişsiniz. Ben de fırsatını bulmuşken sorayım. Edebiyat öğretmeni olarak meselenin odağında bir kişisiniz. Bu tehlike nasıl aşılacak? Hangi anlayış ya da hangi arayış bunu tetikledi? Ve sunulabilecek alternatifler var mı?
 
> Bu soruyla ve kitapta değinmiş olmamla problemi gündeme getirmiş olalım. Bu probleme işaret etmiş olsam da çözüm konusunda söyleyebileceğim pek bir şey yok maalesef. Psikologların, ilahiyatçıların, belki sosyologların. bu konuda söyleyecekleri olabilir. Ben de merak ediyorum ne söylerler. Alternatif ne olabilir, bize bu konuda bir hizmet düşer mi o da konu enine boyuna tartışıldıktan sonra belli olur belki. Bu tür modalar bütün dünyayı aynı anda sarıyor, önünde durmak mümkün değil. Öğretmen ve yazar olarak bize düşen belki de en azından o metinleri okumaktır. Böylece gençlerle içerik ve tehlikeleri konusunda konuşma imkânı bulabiliriz. En azından farkında oluruz. Okumadan ne desek havada kalacak. Yazın yeğenimden bir kitap alıp okudum. Birçok öğrencimin okuduğu bir kitaptı ama ben okumamıştım. Romanda ateist bir felsefe sistemi içinde peygamberlik ve vahiy gerçeği zihne oturtulmaya çalışıyor gibi geldi bana. Yeğenimle konuştuk. Ya amca, nereden çıkarıyorsun bunları, dedi. Anlattım. Daha erken okumuş olsam benzer şeyleri öğrencilerimle de tartışırdım. Bir de her edebi metni eleştirel okuma konusunda temrinler yapabiliriz öğrencilerle. Eleştirel okumaya alışırlarsa tehlikeli serpintilere doğrudan maruz kalmazlar. Aslında alınacak en iyi önlem özel şemsiyeler kullanma alışkanlığı kazandırmak. Tehlikeli fikrî radyasyonlardan koruyacak sığınaklarımız, şemsiyelerimiz var aslında, tabii gençleri bu temel kaynaklarla tanıştırmak, istifade etmelerini sağlamak da pek kolay değil.