Babamın vefatının ikinci yıl dönümü. Onun için bir evlat olarak yapmam gerekeni söylediği şeyi tamamladım. Filmimi (Travesti bir çöp toplayıcısının hikâyesini anlatan ‘Aziz Ayşe’) bitirdim. Bunu yazılı olarak yazmak istedim. Çünkü o bana “Filmini bitireceğin günü yaz” derdi. O mavi kaplı defterinde tarihler tarihleri izlerdi ve benim filmim bitmez, bitmezdi. Ya da biter gene başlar, gene biter, gene başlar... Adeta o bitince artık babamın kızı olamayacaktım. Sanat uzun, yaşam kısa oldu ve o beni bıraktı ama ben onun kızı olma aşkını bırakamadım. Bu bir ölüm korkusu, bir psikanaliz, entelektüel bir hoşluk, bir kafe sohbeti değil benim yaşamımda yediğim en büyük sille oldu. Arabeskten de arabesk. Trajedi... Ya babam ya filmim, ya babam ya ben...
Aslında her şey birbirine bağlı ve tarihlerle rakamlar kutsal metin şifreleri gibi aynı saat, dakika ve saniyeyi gösterdiğinde bir şey bitiyor, son nefes ve en büyük can ölüyor ve belki bir ölü doğuyor. Neyin ne olduğu belli değil, her şeyi tarihler biliyor. Sayıların edebiyatının figüranlarıyız. Herkesin bir sayısı var ve mahkumuz....
Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor, en büyük destekçilerimden olan babamın ölümünün ikinci yılında filmimi herkese gösteriyorum. Onun ilk gördüğü an bu bitmiş dediği ama benim ancak yeni bittiğini görebildiğim...
Fragmanı YouTube’da yayımlandı ve ilk tebrik telefonu önemli bir dostumdan geldi. O anda bir meyhanedeydik. Ve birden ağlamaya başladım. Ve bir bardağa rakı koydum ve arkadaşlarımla onun da kadehini kaldırarak tokalaşmak istedim, birkaç saniye onu karşımda bana bakarken gördüm, dolu rakı bardağının arkasında... Çok zor canlandırırım olmayan görüntüleri ama neredeyse karşımda gördüm o an onu... Ve birden sinirlendim yaptığıma çünkü gerek yok onu canlandırmaya, o zaten burada. Hemen rakı bardağını geri boşalttım. Ve sonra ondan sonra hiçbir şeyin anlamının, ne beni, ne filmimi tebrik edenlerin beni derindeki üzüntüden kımıldatamadıklarını anladım.
Ne zaman mutlu olsam bu beni mutsuz ediyor. Ne zaman mutsuz olsam gerçek mutluluk o artık benim için. Yanan bir yerde bir daha hiçbir bitki varolmuyor... Ama bu film babam yaşarken başladı ve babam her zaman benim en büyük destekçilerimden biri oldu. İlk o beğendi, herkesten çok o beğendi. Aslında öyle olmasa ben o yokken filmimi bitirecek yaşam kuvvetimi asla bulamazdım. Babamla aramda gizli bir bağ, bir aşk mektubu oldu. Yaşam ve ölüm arasında. Artık ayrılık bitti ölüme kavuştuk ya da yaşama artık ayırmak imkânsız.
Babam sadece benim değil herkesin yardımına koşan bir insandı. Bu yönünü, en başa ben kendimi koyarak hatırlamak ve yazmak istedim.
Babam kendini yalnız hissedenlerin ilacıydı. O dosttan da büyük bir dosttu. Bugün onun çok büyük bir sanatçı olarak anılması bazen bu yönünün hatırlanmasını geciktirebiliyor. Onun insani özelliklerini unutturuyor. Onun insanları ne kadar dinlediğini, dertlerine ne kadar çözüm aradığını. Aslında o belki de gizlice Sapanca’da yardımseverliğiyle meşhur olmuş, çok sevdiği ve hep hikâyelerini anlattığı kasaba doktoru dedesi Vahit Poyraz’ın izinden gitti. Hastalara parasız bakan o doktor gibi hepimizi tedavi etti. Gençlere ışık tuttu, yol gösterdi. İnsanların yeteneklerini keşfedip kendilerine de keşfettirdi.
Babamı hatırlamak demek onun vericiliğini, cömertliğini hatırlamak demek... Bunu belki de kendisinden en çok destek ve sevgi görmüş kişi olarak en başta benim söylemem gerek. Ondaki sağaltıcı yanın dededen gelen bir damarla buluştuğunu, bu damarın taşıp onu sanatçı yaptığını... İyiliği ve sanatı arasındaki önemli ilişkiyi... Ki bu bazı sanatçılarda tam tersine dönüp, tam aksi de olabiliyor.
Onu aynı anda büyük bir sanatçı ve çok iyi bir dost olarak anarken, tüm ananlara da çok teşekkür etmeyi borç bilirim..