"Emek Sineması yıkıldı / yıkılacak. Bu nedenle benim büyük üzüntü içinde aldığım karar şu: Emek'e kazma vurulduğu gün, ben gazeteciliği bırakıyorum!"

Emek yoksa ben de yokum!

Başlık, biraz 1970'lerdeki siyasal sloganlar gibi oldu! Ama sakıncası yok. Çok şeyle birlikte ben de değiştim gerçi, ama emeğin insanın yaratığı en değerli şey olduğuna dair temel inancım değişmedi. Ancak burada kastettiğim elbette Emek Sineması. Hangi insafsızlar olduğunu bilmediğim üç kişilik bilirkişi heyetinin değerlendirmesine uyarak, Emek'in yıkılabileceğini kararlaştıran ve yürütmeyi durdurma kararını iptal eden mahkemenin bu son hükmünden sonra, Emek her an yıkılabilir.

O günden beri uykularım bölünüyor, içim gerçek anlamıyla acıyor. Ve üzüntülerini belirtseler de onunla kalan ve daha radikal bir tavır koymayan yazarların tersine, ben öfkemi daha sert biçimde haykırmak istiyorum. SİYAD'ın çok güzel, çok içten protestosunda dediği gibi: "Emek Türkiye'nin Cennet Sineması'dır. Onlarca, binlerce filmde 'sinema bir şenliktir' dediğimiz salondur. Ahmet Uluçay'ın sinema sevdasının ve Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak'ın somut halidir, Lütfi Akad'dır, Ken Rusell'dır. Emek bizimdir. Emek biziz."

Bu güzel satırları kim yazdıysa helal olsun! Emek'le ilişkili yüzlerce, binlerce anım gözlerimin önünde uçuşuyor. Daha neredeyse kısa pantalonluyken ve adı Melek'ken, orada Rüzgar Gibi Geçti'yi izlemedim mi? Yıllar boyu 2001 Uzay Yolu Efsanesi'nden İrlandalı Kız'a, Alkatraz Kuşçusu'ndan Bir Yıldız Doğuyor'a, Batı Yakasının Hikayesi'nden Pink Floyd- Duvar'a sayısız başyapıtla orada karşılaşmadım mı?

İlk günden itibaren, demek ki 30 yıldır, İstanbul Film Festivali denen güzelliğin en şahane filmleri orada karşımıza gelmedi mi? En ünlü yönetmenler o mekanda bizlere seslenmediler mi: Kazan'dan Kiewloski'ye, Antonioni'den Bertolucci'ye, Saura'dan Şahin'e? Ama kişisel ya da kuşaksal anılarımızı bir yana bırakalım. Emek'in ayakta kalmasını sadece bir anılar müzesi olduğu için istiyor değiliz.

Bunun çok somut ve çok evrensel gerekçeleri de var. En önemlisi, onun Avrupa'nın, giderek dünyanın ayakta kalmış en güzel salonlarından biri olması. Bu öylesine büyük bir şans ki... Koltuklarından yalnızca film izlenmiyor, tavan ve duvarlara da sanat eseri gibi uzun uzun bakılabilir!..

Avrupa'da da kimi büyük salonlar geçmişte yıkıldı. Ama şimdi, AVM sinemalarının gözden düşmesi ve o küçücük salonlara sıkışması modasının geçmesiyle birlikte, eski salonlara özlem başladı. Artık hepsi özenle korunuyor. Hele tiyatro salonları... Viyana'dan Roma'ya, Paris'ten Londra'ya bütün oyunları ve müzikalleri o yüzyıllık salonlarda izliyoruz. Öyle değil mi? Yıkıp yapmayı seven Yeni Dünya'da bile en önemlileri korunuyor:

ÇOK İŞLEVLİ SALONA DÖNÜŞEBİLİR

Denecek ki: Artık sinemada büyük salonlar çalışmıyor, rantabilitesi yok. Her şeyi parayla ölçmenin gereksizliği bir yana, Emek sadece sinema olmak zorunda değil ki...

Uzun geçmişinde orada ne konserler verilmedi: Maurice Chevalier'den Jacqueline François'ya, Barış Manço'dan Moğollar'a kimler sahne almadı... Onu onarıp çok işlevli bir salon yapsanıza: Müzikaller, oyunlar, toplantılarla da destekleyerek... Beyoğlu Belediye Başkanı, masaları kaldırırken "Amacımız, Beyoğlu'na meyhane kültürü yerine sanatı getirmek," deyip duruyor. Emek'i ve tüm eski salonları yıkarak mı sanatı getireceksiniz? Sizce her şey AVM'lerle mi gelecek, tüm etkinlikler oralara mı sıkışacak? Tersine, Emek'i ve belki yanı başındaki Yeni Rüya (eski İpek ve Küçük Emek) salonunu da koruyarak, Cercle d'Orient'ı da kültür ve ticaret amaçlı olarak onararak, eski Yeşilçam Sokağı'nı tam bir kültür sanat vahası haline getirmek çok daha iyi olmaz mı? Ben bu konuda elimden geleni yaptım.

Hatta (ilk kez açıklıyorum) Sayın Başbakan'a aylar önce özel bir mektup bile yazdım. İstanbul'u ne kadar tanıyıp sevdiğini bildiğim için ve de artık her önemli konunun çözümünün, onun iki dudağı arasında olduğunu fısıldayan şehir efsanelerine inanarak... (Bu arada ona içtenlikle geçmiş olsun diyorum.) Ancak hiçbir yanıt gelmedi. Emek yıkıldı/ yıkılacak. Benim büyük üzüntüm içinde aldığım karar şu: Emek'e kazma vurulduğu gün, ben gazeteciliği bırakıyorum. 45 yıllık, alanında etkili olduğu söylenen bir yazar olmanın, üstelik şimdilerde 'yandaş medya' olduğu rivayet edilen bir büyük gazetede yazmanın ne faydası var? Emek'i bile kurtaramayacak olduktan sonra? Üstelik o üzüntümün içinde normal yazılarımı sürdüremeyeceğimi de biliyorum. Ama yazarlığımı bırakacak değilim.

Daha çok kitaplara yönelirim. İlki de sanırım Emek üzerine olur. Kişisel anılarla birlikte, bu sanat mabedinin yok ediliş öyküsünü de işleyerek... Okurlarımın beni anlayacağını umuyorum.

Atilla DORSAY / SABAH Cumartesi