Kişinin iki dudağı arasından çıkacak kelimeleri bekleyen yönetim anlayışı Türklerin en büyük töresidir. Daha önce bir yazımda belitmiş ve tepki almıştım. Yıllar önce tanıştığım bir Yönetim Uzmanının bizimle ilgili “ Yüzyıllar boyunca padişahım çok yaşa” nidaları ile yönetilen bir milletin demokrasiye geçmesi için en az bir yüzyıl geçmesi gerektiğini söylediğini naklettiğimde beni tanıyanlar biraz acımasız birazda eleştiri sınırlarını aşan bir ifade olduğunu dile getirmişti.

Belki yıllardır yaptığımız meslekten olsa gerek hep olayların daha arkasında olan biteni merak etmek üzere bir bakış açım olmuştur. Her fırsat bulduğumda çok onaylanmasam da söylemişimdir. Demokrasi bize birkaç gömlek büyüktür. Şöyle ki ;

Bizim evimizden, işyerimize, devlet dairesinden özel kurumlara kadar, milletvekillerinden mülki amirlere kadar saltanatın ve koltuk sevdasının ele geçirmediği çok az kişi olmuştur. Ve bu saltanat kayığı öyle bir sallantıda sarhoş eder ki üstündeki kişiyi;  bazen etrafındaki kişilerin mazhar ve övgüleri ile bazen de sahip olunan güç ve otorite kavramlarının bünye de hazmedilmemesi nedeni ile kaç kişi bindiği aynı hışımla inmiş ve geride kırık kalpler, mazlumlar, yıkılmış düzenler bırakmıştır.

Bu kulaklar kaç mahvoluş hikâyesini dinleyerek ve bu gözler kaç mahvoluş hikâyesini görerek bu günlere geldi. En yakın zamanda iktidarın pervasızlığını girişilen saçma sapan bir kalkışma ile yaşamış bulunmaktayız. Çünkü kendilerine liyakat, adalet ve hakikat çizgisinden ayrı sınırlar ve düzenler kurmuş olanlar farkına varmadıkları sarhoşlukla ellerini bu milletin en kutsal saydığı değerlere uzatma hadsizliğini göstermişlerdir.

Millet gereken cevabı en güzel şekilde vermiştir. Kim olursa olsun haddini bildirmiştir. Anlatacağım mesele tabi ki bununla alakalı değil bundan sonra yapılması gerekenlerle ilgilidir.

Çünkü toplum ve millet olarak demokrasi anlayışımızı olgunlaştırmak ve geliştirmek kanaati artık hâkimdir.

Öncelikle oluşturulan tüm yapılanma ve kurumaların adalet, liyakat ve hakkaniyet ölçülerinde olması gerektiği aşikârdır. Çünkü farkında mısınız bilmiyorum; belli bir büyüklüğü geçen özel şirketler de dâhil devlet kurumlarında iş göremiyor ve sürekli uzayan bir bürokrasi ile karşılaşıyorsunuz. Müthiş bir ağırlık var. Basit bir ev aletini götürdüğünüz serviste işi gayet yavaştan alıyor, devlet kurumunda ki memur da aynı yavaşlıkta iş görüyor. Ekonominin hızlı döngüsü ile yarışmak zorunda olan iş adamları çözümsüzlük bürokrasisi ile karşı karşıya bırakılıyor, işleri aksıyor ve bazen zararına iş yapıyorlar.

Neden o makam da arkadaş kendince çok yoğun ve kendince çok ağır şartlarda çalışıyor. Bu durum kurumsal kimliği olan özel şirketler de bile aynıdır. Müşteri hizmetlerine bağlanamayanlar bunları çok iyi bilir. İşte bu nokta da demokrasi kavramı gündeme geliyor. Demokrasi kavramı sadece bir devlet düzeni değildir.

Demokrasi evde 5 yaşında ki çocuğun kendini ifade etme özgürlüğü ile başlar. Büyükler ne derse desin onaylamak zorunda olmadığını kendi fikrinin de değerli olduğu görüşü benimsetilerek öğrenilir.

Demokrasi bir fikirde benim var diyerek yönetim de çaycı kardeşin bile hakkının olduğunu bilen bir şirkette, kurumda yöneticinin bu fikre kulak vermesi ile gelişir.

Demokrasi minibüste ayakta giden çocuklu kadına yanı başıboş olduğu halde yerinde oturmayan yine kadın yolcu ile gelişir. Minibüs şoförünün de görevi olduğunu, yolcunun da hakkı olduğunu her iki tarafın saygı ile eğilmesi ile gelişir.

Demokrasi sabahın ayazında mesaiye başlamadan tüm personeli içtimaa diken belediye başkanının yaptığı muameleyi saçma bulması ve sonlandırmasıyla başlar.

Demokrasi devlet denilen gücün en ücra köşede ki halkı gülümseyen yüzüyle tanıştırmasıyla başlar ve o halk büyükşehir dediği hülyanın kendinden çok farklı olmadığını bilmesiyle, onun şartlarıyla tanıştırılması ile gelişir.

Aksi takdirde merhameti körleşmiş, kendine sahip çıkanın kötü niyetini anlayamayan, akılları tutulmuş bireyler ortaya çıkarırsınız. Her saltanat sahibi liyakatten uzaklaştığında bir güler yüze kanan toplumlar yetişir. Ağlayan her gözü sahici zanneder sahibinin bir timsah olduğuna aldırmadan.

Gözden geçirilmesi ve tekrar düşünülmesi gereken mevzu tam da budur. Devir öyle bir devir olmuştur ki şeytan da insanlara namaz kılmayı emreder hale gelmiştir.

Şeytanların hidayete gelmesini beklemek yerine adaleti buz gibi donmuş halinden çıkarmalı, sistemleri iş görür merhametli haline getirmeliyiz.

Aksi takdir de “Buz Çölleri”nde yol almaya çalışan ve her tökezlediğinde millet tarafından kaldırılacak bir demokrasi yolculuğumuz olur.